29 Ocak 2015 Perşembe

Lehv-i Mahfuz

Hayatın her döneminde farklı duygular diğerlerinin arasından sıyrılıp 'ben de buradayım' diyor.
Bu aralar cümle içinde değil de hayatın içinde en sık kullandığım kelime 'şaşırmak'.
Diğerlerinin arasından kendini büyük bir arzuyla ayırabildiğini oturup izlediğim günler yaşıyorum.
Ne yalan söyleyeyim onun bu performansına bile şaşırıyorum.
İnsanlara şaşırıyorum.
Yaşadıklarıma değil de yaşattıklarına, hissettirdiklerine şaşırıyorum.
İnsanın içinde sürekli değişime gittiğini gördüğüm ve bu değişimin kotalı bir özellik olmasını umduğum günler.
Aksi takdirde yıllarım sadece şaşırmakla geçebilir galiba.
Peki insan neden bir sabah yatağa yattığı kişi olarak kalkmaz?
Bunu son zamanlarda kendime sık sık soruyorum.
Severek takip ettiğim bir köşe yazarının kaleme aldığı bir yazısıyla aydınlandım.
Yazısı Lehv-i Mahfuz isminde bir kitapla ilgiliydi.
"Kur'an'da geçen ve günlük hayatta sık sık kullandığımız tövbe,aslında tanrının bizi değil insanın kendini bağışlamasını anlatan bir kavrammış..."
Kendini bağışlamak.
Etrafındakileri şaşkına çeviren, kendi iç sesinde sürekli peşinden gittiği ses tonlarındaki farklılığının sebebi bu işte.
İnsan her sabaha kendini bağışlamak için bir adım atarak uyanıyor.
Ya da uyanmak istiyor.
Çoğu zaman gün içinde kendine yenik düşse de 'olan bu 'olsa da 'olması gereken'in bu olmadığını bildiği için bazı günler etrafındakilerin şaşkın ama mutlu bakışlarına sebep oluyor.
Sizin de zaman zaman 'ne yaptığının/ne dediğinin farkında mısın sen?' cümlesi dilinizin ucuna kadar geliyor mu?
Sonra her zaman yarını düşünerek yaşamanıza rağmen o dakikalarda anı yaşamayı seçmiyor musunuz?
Bir sabah kendini bağışlamayı seçerek uyanmış insanlar hayatımıza teğet geçmezken onlara 'dengesiz', 'ne yaptığını bilmeyen', 'iki yüzlü' gibi sıfatları yapıştırıvermiyor muyuz?
Ben bu sabah uyandığımda aslında her şeyin planlı olarak yapılmadığını anladım.
İki yüz yoktu parçalara ayrılmış, toparlanmaya çalışan bir ruh vardı.
Dengesizdi evet ama bu dengeyi kurmak onun elinde de değildi onu gördüm.
Bu zamana dek neler yaptığını bal gibi de biliyordu ve kendini affetmek bu kadar zorken bana affettirmeye çalışıyordu.
Yemezler demek isterdim...
Değiştiğine inanmak istediğiniz insanlara bir şans verin de demek isterdim ama ben bu konuda oldukça karışığım ne yazık ki.
Birilerinin tövbe ederek uyandığı bir günün aynı istikrarla devam edemediğini gördüğüm günlerim oldukça çok oldu.
Her seferinde 'belki bu defa..' ile başlayan cümleler kurdum.
Sanırım ben ne olursa olsun her seferinde 'bu son' diyerek bir defa daha inanmayı seçeceğim.
Umarım bu kez yanılmam.
Umarım bugün günah çıkarışlarınızın, çevrenizdekilerin hayatına ne denli dokunduğu farkındalığını yaşadığınız bir gün olur.
Umarım bu sabaha tövbe ederek uyanmışsınızdır ve bu değişim sizin kotanızın dolduğuna ibare olan kırmızı ışığı yakmıştır.

27 Ocak 2015 Salı

Hayatın en 'bana bak' hali

24.01.2015
Bu sabah erken saatte sınav olmama mutluluğunu doyasıya yaşadım.
Derin bir uykunun ardından sahanda kahvaltı keyfi yaptım.
Daha önce size kapıya dayanan yumurtaları sevdiğimden bahsetmiştim.
Öğlen ikideki sınavım için saat birde yola çıkıp yine risk budur dedim.
Hayatta risk almadan yaşamanın tadına varamayanlardanım.
Risk alınmamış hayatları yürüyen merdivende hep aynı basamakta duranlara benzetirim.
Daima bir adım atmana rağmen ilerleyememek ne iç burkucudur.
Otobüs bekledim gelmedi.
Baktım yetişemeyeceğim taksiye atladım.
Şoför koltuğunda elli yaşlarında,etine dolgun,sıcakkanlılığı dikiz aynasında karşılaştığım gözlerinden belli olan çok çok kumral bir adam vardı.
Direksiyonu iki eliyle tutması güven verirken açık camından dışarı ara sıra naralar atışı rahatsız ediciydi.
Sınava yetişme telaşı içinde olduğumu gördükçe trafikten kurtulma isteği artıp endişeleniyordu.
Ellerinin terlediğini görmesem de tahmin edebiliyordum.
Bir o ara sokağa bir bu ara sokağa girip adeta zamana 'sen mi büyüksün ben mi!' diyordu içinden.
Ama debelendikçe batıyor oluşumuzun o da farkındaydı.
Geç kaldıkça kalıyorduk.
En sonunda bildik yoldan gitmesinin daha iyi olacağını kadifemsi bir sesle söyledimse de insanoğlu işte suçluluk psikolojisiyle saldırganlaşıveriyor.
Gözlerimin önünde suçluluğun sebep olduğu öfke tüm bedenini ele geçiriyordu.
Öylece izliyordum.
Kırmızı ışıkta arabalara korna çalıp ağız dolusu küfürler yağdırıyordu.
Bitişe yaklaşmış bir sporcunun tökezlemesi ne ise kırmızı ışık onun için aynı şey demekti.
İkideki sınav için ikiyi çeyrek geçe okulun kapısındaydım.
Açık öğretim sınavlarını bilir misiniz bilmem on beş dakika rötardan sonra sınava kimse alınmıyor.
Okulun kapısıyla sınava girdiğim fakülte arasında iki yüz metre kadar bir mesafe vardı.
Taksiden inmemle koşmaya başladım.
Bacaklarım titreyene kadar nefes alamayana kadar koştum.
Saçlarım uzun zamandan sonra kendi rüzgarımla uçuşuyordu.
Saatte kaç kilometre yaptığımı bilmeden koşuyordum.
Kız gibi koşuyordum!
Tam kapıya gelmişken kapıdaki adam kolundaki saatin üstüne işaret parmağını iki defa hafifçe dokundurdu.
Ne anlama geldiğini biliyordum.
Ağzımı açıp bir şey diyecek halim kalmamıştı itiraz bile edemedim o an.
Halime acımış olacak ki sonradan hadi gir gir fırla çabuk dedi.
Minnettarlığımı iki saniye göz göze geldiğimizde uzun uzun anlattım.
Yine başlıyorum koşmaya an geçmiyor ki bir engelle daha karşılaşıyorum.
Üstüm aranıyor.
'Telefonun var mı?'sorusuna hiç düşünmeden cebimden çıkardığım telefonla cevap veriyorum.
'Yok' desem arada kaynayacak belki de ama o an bile yalan söylememek içimi rahatlatıyor.
Telefonu çıkarmamla kadının eline tutuşturmam bir oluyor.
'Sizde kalsın.Şu an bırakabileceğim bir yer yok' deyip cevabını beklemeden merdivenlere koşuyorum.
Üçüncü kata çıkana kadar kafamdan sonunda soru işareti olan bin tane cümle geçiyor.
'Telefona bir şey olur mu ki?' sorusunu tam soracakken kendime engel oluyorum.
'Kimsenin günahını alma İpek, sonra pişman olursun' dememle tüm soru işaretlerimi beyaza boyayıveriyorum.
Kendime söz geçirebildiğim anları severim ben.
Kendimi karşıma oturttuğum masadan anlaşmış, kol kola kalkmış olmak iç huzurumun kaynağıdır çoğu zaman.
Sınıfa giriyorum.
Gözetmenin 'nerede kaldın?' sorusuna 'trafikte' cevabını veriyorum.
Gülüyor.
Herkesten sonra girdiğim sınavdan çoğundan önce çıkmış olmamın sebebini başka şeylere bağlamaya çalışsam da kendime yalan söyleyemiyordum.
Bal gibi de telefonumda kalmıştı aklım.
İnsanlara çabuk güveniveren bir insan olmamama rağmen bu yaptığımla kendimi bir kez daha şaşırtmayı başarmıştım.
O an bugünün hayatımda bir dönüm noktası olduğunu anladım.
Merdivendeki son basamaktan sola döndüğümde karşımda bulmayı umduğum kadını insanlığa olan inanç çiçeğim ilan ettim.
Böyle bir anlam yüklemiş olmam beni daha da korkutuyordu.
Adımlarım geri geri giderken bir anda kendimi son basamakta buluverdim.
Sola dönerken gözlerimi kapattım.
Üç saniye geçti.
Açtım.
Ve kadını bıraktığım yerde yeller esiyordu.
Derin bir nefes aldım.
Hayal kırıklıklarımın sesi dışarıdan duyuldu mu bilmiyorum ama kırıkların o an içime batıvermesiyle canım acıdı.
Çaresizce dışarı attım kendimi.
Başka bir adama anlattım derdimi.
Bana eliyle karşı tarafı işaret etti.
İşaret ettiği tarafa döndüm.
Belli belirsiz çizgilerin arasına sıkışmış küçük gözleriyle ve ince dudaklarıyla bana gülümseyen o yüz dünyanın en güzel yüzüymüş gibi geldi.
O yüzün fotoğrafını çekip hayat albümümde unutulmazlar arasına ekleyiverdim.
'Azar yedim senin yüzünden'derken de gülümsüyordu.
Elini tuttum.
Gözlerim dudaklarımdan dökülen çok teşekkür ederimden çok daha fazlasını söylüyordu.
Elimi sıktı.Önemli değil derken bir çayla teşekkür etmeme izin verin dedim.
Gerek yok dedi.
Israr etmedim.
O an yaşadığım mutluluk ayaklarımı yerden keserken algılarımı da kapatmıştı belli ki.
Beş dakika boyunca yürüdüğümü fark etmeden yürüdüm.Sonra açtım telefonu olanları birkaç kişiye anlattım.
Çok büyük tepkiler vermediler.
Ben mi abartıyordum?
Hayır abartmıyordum.
Solmaya yüz tutmuş insanlığa olan inanç çiçeğimin kuru yapraklarını temizleyip köklerine giden yolu açan üzerine bir de suyu boca ediveren bu kadını hiç abartmıyordum.
Kendisi bile ne yaptığının farkında değildi belki de.Olsun.
Ve günü ahşap boyama çalışmamı tamamlayarak noktaladım.
Bugün yaşadığımı hissediyorum.
Bugün anladım ki önemli olan niyet değilmiş.Hatice gerçekten de sadece bir isimmiş.Anlam ifade edense neticeymiş.
Bugün güzel ülkemde her şeyin çok da çok umutsuz olmadığını gördüm.
Bugün minnet haneme bir çay daha ekledim.
Umarım günün birinde yeniden karşılaşırız ve ben ona kocaman gülümserken kendini tutamayıp dişlerini gösterirken buluverir kendini.
Sonra hayata döndüm ve dedim ki 'en güzel halin, sana güvenip kendimi kollarına bıraktığımda beni tuttuğun halin'.
Güzel bir gündü ve ben yaşadım.

23 Ocak 2015 Cuma

Sol anahtarı

Bugün size 45 dakikalık otobüs yolculuğumdan bir hayat yazacağım.
İlk duraktan bindikten sonra elimdekiler yüzünden bir yerlere sığdıramadım kendimi.
Dayanamadım ayakta kalabileceğim bir köşeye savruldum elimdekileri de yan tarafıma iliştirdim.
Trafikten içim çıktı.
Hayatta da dur kalkları sevmem zaten.
Gidiyorsan da yaşıyorsan da dolu dizgin olmalı.
Çok geçmeden ocağın ortası demeden üzerindeki polarla kendini sokaklara atmış 27 bilemedin 28 yaşında bir adam bindi otobüse.
Evini sırtında taşıyıp göçebe hayatı yaşayanlardan o da çantasından belliydi.
Kirli sakalı, darmadağınık beyaza çalan saçları vardı.
Bulduğu yere oturdu.
Yorgunluğu göz altlarından akarken alışkanlıklarından kolay vazgeçemediği saat kordonundan anlaşılıyordu.
Tam trafik akmamaya devam ederken kulaklığımı çıkarıp rastgele bir şarkı açmıştım ki herkesin bir noktada bakışlarının toplandığı yere doğru kafamı çevirdim.
Herkesin hayretle baktığı şeyin ne olduğunu merak ettim.
Merak bizde toplumsal reflekstir.
Görüş açıma 'cuk' oturan şey herkesin şaşkın bakışlarına sebep olurken farkında olmadan gülümsememe sebep oldu.
Mavi polar kazağını dirseğinin az altına kadar sıvamış, gözlerini kapatıp kucağındaki nota defterinden dökülen notaları yakalamaya çalışan genç bir adamdı karşımdaki.
Söylemiyordu.
Çalmıyordu.
İçinden şarkılar söylemenin ete kemiğe bürünmüş haliydi.
Her parmak şıklatıp saçlarını sağdan sola atışında aklından geçen notaları bilme isteğim daha da artıyordu.
Müzik en büyük dostu olmasa, o da aşkı tatmış olmasa otobüste kucağında nota defterinin ne işi vardı ki.
Bir enstrüman çaldığını hayal ettim.
Telli bir enstrüman değildi tırnaklarından belli.
Kalbe dokunan parçalar çıkıyordu ondan ama arabesk hiç değildi.
Her el hareketinde duymaya çalıştım müziği.
Bir yerden sonra o kendini kaybetti ben kulaklığımı çıkardım ve sadece onu dinledim.
Ya da seyrettim.
Arada göz ucuyla 'bana baktığını biliyorum' bakışları fırlatıyordu.
O anları önceden fark edemeyip hemen toparlanıyor ve gözlerimi camdan dışarıya odaklamaya çalışıyordum.
Ama çok geçmiyor ki yine kendimi parmaklarına bakmaktan alamazken buluyordum.
Sadece kendinin duyabileceği bir müzikte dans ederkenki rahatlığına hayran kalıyordum.
Sonra düşündüm.
İnsan ne zaman kendini, diğerlerini boş verebilecek, bir yerlerde görmeye başlar?
Çok geçmedi ki cevabı buldum;değersiz olduğu hissinden kurtulduğu zaman.
İnsan kendine 'beni değerli kılacak hiçbir şeyimin olmadığının farkındayım'cümlesini kurduğu anlarda tıpkı en yakın arkadaşını yanına oturtup 'dost acı söyler' adı altında patavatsızlıkta sınır tanımayan samimiyetsiz arkadaş gibidir.
Benlik değerinin ölçülemediği gerçeğini algısına yerleştirip aydınlanmanın en büyüğünü yaşadığı an değersizmişçesine yaşamaktan da o 'bugün de yataktan çıkmasam' duygusundan da kurtulacaktır.
Kurtulduğu anı da, öylesine bir günde kendisine bir şeyler alırken (ne olduğu hiç fark etmez) 'aa o da çok sever' deyip iki tane alan tatlılık abidesi arkadaş gibi düşünelim mesela.
Tam inerken göz göze geldik.
Tam 'hayatta sana açılmayan tüm kapıları bir de sol anahtarınla açmayı dene' diyecektim ki bir şey beni tuttu.
Sonradan fark ettim tutan şey'insanlar ne der' ya da 'yanlış anlarlar'dan başkası değildi.
Anlayacağınız bugün de düzene yenik düştüm.
Bugün de notalardan insanlar yapmayı sonra onlardan gelen müziği duymayı denedim.
Bugün de kendime bir şarkı seçtim.Eve dönünce bağıra çağıra söyledim.
Siz de önce duymayı sonrasında söylemeyi deneyin.
Ama ondan da önce kendinizi kabullenin.
Kendinizi dinleyip kendinizi duyun.
Kendinize saygı duyun.

20 Ocak 2015 Salı

Bilinçaltı temizliği

Geçmiş, güzel bir günde yolda yürürken ayakkabının altına yapışıveren, çoğunlukla kötü kokan bir şeye benzer.
Ayağının altındayken düşmene yol açacak kayganlıkta bir şey.
Yol boyunca çıkarmaya çalıştığın bu yüzden de yavaşladığın hatta bir yerden sonra kenara geçip sadece onunla uğraştığın bir şey.
Geçmiş,gölge gibidir.Takip etmeyi de saklanmayı da sever.
Gizlice, adım adım gelir arkamızdan da fark edemeyiz.
Ansızın ışığın ters açı yaptığı anlarda çıkıverir karşımıza.
Hayatın birçok döneminde evini sırtında taşıyan bir kaplumbağa gibi sırtımızda taşırız geçmişi 'yok ya ağır değil zaten'diyerek.
Günler,aylar,yıllar geçtikçe ağırlaşır da aldırmayız.
Altında ezileceğimizi anlarız da geçmişin yükünü sırtımızdan atıvermek gelmez aklımıza.
Çözümü başka yerlerde,başka hayatlarda,başka duygularda ararız.
Teselli cümlesi olarak da 'çivi çiviyi söker'i seçeriz.
Bunun anlamı hayatımıza daha güçlü biri girdiğinde diğeri eski gücünü kaybedecektir.
Evet belki eski gücünü yitirir ama yerine gelen çivi diğerinin aşındırdığı o boşluğu tam doldurabilecek mi bakalım.
Tam olarak doldurabilecek olanı bulana kadar delik deşik olan hayatımız parçalara ayrılmayacak mı?
Deneme tahtası olacak kadar değersiz mi hayat gerçekten?
Ya da eskisinin yerini dolduramayacağını anlayınca kenara atılıveren çivi bunu hak etmiş miydi ki?
Hayatta her daim güçlü olmak gerekiyor desenize.
Aksi takdirde ya bir gün çivi olasımız tutarsa da sökemezsek...
O zaman zaten delik deşik olmuş hayatımız bir de yerle bir olacaktır.
İyisi mi biz anı yaşayalım.
Yakalayalım.
Gülelim.
Ağlayalım.
Ama orada bırakalım.
Tahta görünümlü hayatımıza elastikiyet kazandırıp süngerleşelim.
Çok sevdiklerimiz içimize çivilenmese de iliklerimize kadar işlese mesela.
Onunla dolsak ama taşmasak.
Onun rengini alsak.
Hem günün birinde 'her güzel şey..' ile başlayan cümleler kurmaya başlarsa bir çırpıda sıkıveririz kendimizi.
İçimizden akıp gider.
İzi kalmaz.
Bir zaman sonra yenisi geldiğinde de geçmişten sıyrılmış bir şekilde yeniden başlarız.
Güzel bir iç yıkanmasından sonra birkaç günlük güneşli havaya bakar.
Yeniden mutlulukla dolup renk değiştiririz.
'Sökebilecek mi? Doldurabilecek mi?' gibi korkular, sorular olmadan yaşarız.
Hayatta her alanda kıyaslamaya gitmekten kurtuluruz.
Kurtulduğumuzda anlarız aslında ne kadar yorulduğumuzu.
Tıpkı var olduğunu bilmediğimiz dönemde ne kadar da ihtiyacımız olduğunu anlamadığımız her şey gibi.
Kalbinizi değil kendinizi süngerleştirin.
Hem bu sayede kalbinize ulaşana kadar içinize çektiğinizin doğru olup olmadığını düşünmek için vaktiniz olur.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Çatlaktan giren pembe

Hayattan zevk almaya başladığımda rengim pembeye çalıyormuş meğer.
Kanımın donduğu, buz kestiğim günleri geride bırakıp çiçekler açmaya, şarkılar söylemeye başladım.
Her zerremde yaşadığımı hissettiren duygular yanaklarımı kızartıyormuş öğrendim.
Artık adımlarım daha ritimli.
Dudak kıvrımlarım yer çekimine yenilmemeyi öğrendi.
İçimden gelen sarılma isteğini bastırmamayı deniyorum bugünlerde.
Kime istediysem yapışıverdim boynuna.
Saçlarında gezdirdim parmaklarımı.
Hayatta bulaşmak sözcüğünün her zaman da hastalıklı bir durum olması gerekmediğini parmaklarımı saçlarında gezdirdiğimde başını omzuma koyuvermesiyle anladım.
İçimden fışkıran sevgi bulaşıcıydı.Ve sanılandan çok daha hızlı yayılıyordu.
Daha da güzeli insan buna engel olabilecek ne bir bağışıklık sistemine ne de ona karşı direncini kuvvetlendirebilecek bir ilaca sahipti.
Tam tersine kanına karışıveren mutluluğun, tüm vücuduna daha hızlı yayılmasını sağlayabilecek bir panzehiri vardı.
Fazla dozu yüzdeki kırışıklıklardan başka zarara yol açmayan, yan etkisi olmayan, yatıştırıcı bir ilaç.
İnsanı güzelleştirip gençleştirdiği iddia ediliyor.
Annem karşımda güldükçe görüyorum ve inanıyorum.
Sevgi, insanın içine işlediğinde artık kurtuluş yok onunla yaşamayı öğrenecek insan.Hem de bayıla bayıla.
Bağımlılıkların en büyüğünü onda yaşadığında anlayacak aslında o zamana kadar vazgeçilmez dediklerinin ne derece vazgeçilir olduğunu.
Birinin içine işlemek istiyorsanız ve paylaşacak sevginiz de varsa koşup boynuna atlayıverin.
Eğretiden tutmayın,sıkıca bastırın ellerinizi sırtına.
Korkmayın.
Kimse fazla sevgiden boğularak ölmedi bugüne kadar.
"Seni içime sokasım var"ı hissettiği anda onun da parmak uçlarının kalbinize değdiğini fark edeceksiniz.
Sevginin başta ne kadar olduğunu dert etmeyin.
Bereketlidir kendisi.
Paylaştıkça çoğalır.
Dün gece annem kapıdan içeri girerken içim içime sığmıyordu.
Tutmadım daha fazla.Bırakıverdim bende.
İnsan içine karıştı.
Ben eve döndüm, o bu saat oldu hala gelmedi.Meğer ne çok özlemiş özgürlüğünü,hiç kıyamadım.
Ev hapsi ona göre değilmiş, anladım.
Siz de içinizin pencerelerini aralayıverin arada,ortalık havalansın biraz.
Hem bu arada aralık pencere camından atıverir belki kendini dışarı sizinki.
Kim bilir.
Çok sevin.
Sevilmekten daha güzel olduğunu anlayana dek sevin.
Yüzünüz sadece gülmekten kırışsın.
Güzel bir gün ve biz yaşıyoruz.

16 Ocak 2015 Cuma

O 'derviş' bendim

Bugün size birazcık boğazımda düğümlenenlerden bahsetmeye karar verdim.
Böyle bir karar aldım kendi kendime çünkü yazdıkça içimdeki kör düğümler sanki daha çözülebilesi bir hal alıyor.
İnsanlardan çok kelimelerle aram iyi bu aralar.
Belki de bana öyle geliyor.
Sadece bana öyle gelmesi bile bu denli iyi geliyor işte.
Yutkunamadığınız nefes bile alamadığınız anlarınız oluyor mu sizin de?
Bir anda ağlamaya başlayıp neden ağladığınızı bilemediğiniz zamanlar.
Bilip de itiraf edemediğiniz zamanlar.
Tam o anda cevaplamak zorunda kaldığınız telefonlar.
Telefonu açar açmaz iki dakika öncesini hiç yaşamamış gibi gülen, havadan sudan bahsedebilen bir siz.
Kapama tuşuna basar basmaz yine iki dakika öncesini, o telefon konuşmasını hiç yaşamamış gibi hıçkırıklara boğulan bir başka siz.
Birileriyle konuşmanın iyi geleceğini düşünüp telefona sarılan sonrasında 'telefon kapansa da artık yalnız kalsam' diye içinden geçiren bir siz.
Paylaştıkça azalabileceğine inanan ama asla paylaşamayan,içindekileri sır gibi saklayan bir siz.
'İçimde bir sıkıntı var' cümlesini kurduğu zamanlarda onu tarif edemeyeceğini anlayıp 'nasıl?' sorusuna 'bilmiyorum' diye cevap veren bir siz.
Kelimelere dökemediği o şeyin içini kasıp kavurduğu bir siz.
Çok ağlamak isteyip kilitlenip kaldığınızda düğümlerinizin giderek büyüdüğüne tanıklık ediyor musunuz?
Ya da biri beni çözsün diye içinizde çığlıklar atarken kimsenin sizi duymadığı zamanlar oluyor mu?
Duymasını istemedikleriniz bir yana, istedikleriniz de sizi duymadığında öfkeleniyor musunuz?
Çabuk öfkelenirim ben.
Çok öfkeli bir insan olduğumdan değil.
Üzgün olduğumdan, çaresiz olduğumdan, kırgın olduğumdan çoğu zaman.
Kendime bunları itiraf etmeyi yediremem sinirden ağlıyorum derim hep.
Şimdi farkettim yazarken ne kadar da dürüst olduğumu,hayatta en çok kendimi kandırmaya çalıştığımı.
Şimdi boğazımdakilere bir düğüm daha attım galiba.
Hatta şimdi bir tane daha.
Peki neden düğüm düğüm olur insan?
Yaşaması gerektiği anlarda akıtması gereken gözyaşlarını tuttuğu,dilinin ucuna kadar gelen kelimeleri yuttuğu için mi?
Sabır mı bunun adı?
Muradımıza erdireceği iddia edilen sabır, son düğümü kalbimize atıp can çekişmemizi izleyecek bir cani olabilir mi?
Bu soruya hepimizin cevap olarak kurabilecek milyonlarca cümlesi vardır da hiçbiri kesin ve kararlı bir 'hayır'a çıkmaz..      
"Sabır, hiç yüzü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirmektir."
Sabretmek, beklentisiz bir şekilde beklemektir.
Sonunu düşünmeden tahammül etmektir.
Hayattaki tek amacı öz saygısını kazanabilmek olan insan sabredip ertelediği çoğu şey için kendine bir tokat daha atar.
Asıl kötü olansa insanın bunu öz saygısına ulaşmada karşısına çıkan, aşması gereken bir engel olarak görmesidir.
Öz sevgiye giden yolda darbelere daha fazla dayanamayan öz saygıysa giderek umudunu yitirir.
'Başkaları için kendinden vazgeçen bir insandan ben ne bekleyebilirim ki !'der.
O da haklı.
Ben de haklıyım.
Sen de haklısın.
Yaşar Kemal'in çok sevdiğim bir cümlesi var ."Demir olsam çürürdüm toprak oldum da dayandım."
Taş olsak çatlardık.
Siz bu sabır işini bir kez daha düşünün bana kalırsa.
Hem ne demiş Boris Vian;seni sevmeyene asla sabır gösterme.Çünkü sabrının adı yüzsüzlük,fedakarlığın adı eziklik,sevginin adı kişiliksizlik olur.
Yarın sabah sabrınızla sınanmayacağınız güzel bir güne uyanın.



15 Ocak 2015 Perşembe

Mutluluğun 'senin adına'sı olmaz

İnsanoğlu olarak abartıyı severiz bilirsiniz.
Her şeyi abartmak gibi bir huyumuz vardır.
Mutluluğu da mutsuzluğu da.
Başarıyı da başarısızlığı da.
Öfkeyi de sevgiyi de.
Tepkilerimiz olması gerekenin bir değil üç beş adım ötesindedir çoğu zaman.
'Her alanda önde olmak iyidir'i yanlış anladığımız konulardan biri de budur anlayacağınız.
Zamanla, 'olması gereken'le arasındaki mesafeyi iyiden iyiye açar bizimki.
Normal olan gözden iyice kaybolunca, bir süre sonra görmeye görmeye yokluğuna alışır gözümüz.
Normali buymuş hissine kapılıveririz.
Hala normalini koruyabilen insanların verdiği normal tepkiler bize anormal gelmeye başlar.
Bu yüzden acımasızlaşırız.
Yakınını kaybetmiş bir insanın verdiği tepki bizimki gibi salyalı sümüklü, feryatlı figanlı değilse çok da üzülmüş saymayız.
Bunun yanı sıra başarı balonunu uçurabilip haliyle göklere çıkmış orada şartlar gereğince de ağız kulak birleşmesi yaşamış olanlara 'şımarık,bir bilmemnesi olan görmemiş' damgalarını yapıştırıveririz.
Hiç şans vermeyiz bu konuda, çok netizdir.
Bazı konularda olduğu gibi tabularımızı rafa kaldıramama hali yine komodinin üstünden sinsi bir gülüş atar.
Bu tabuların kökeninde bana kalırsa hep bir hırs yatar.
'Niye çekemeyeyeyim canım!(?)' cümlesi her ne kadar aksini savunan sitemli bir cümle gibi görünse de aslında insanın kendine yönelttiği gerçek bir sorudur.
Zor zamanlarınızda sizin halinize içi sızlayan, elinizden tutan bulursunuz da mutluluğunuzu paylaşacak insan çok nadirdir.
Acıyı paylaşmak mutluluğu paylaşmaktan daha kolaydır.
O yüzden 'düşenin dostu olmaz' cümlesi de büyük bir yanılgıdır.  
Düşenin değil yükselenin dostu çok görünür de yoktur.
'Kötü gün dostu olmak' cümlesi de içine kendimizi bırakıverdiğimiz bir başka yanılgıdır.
İnsanoğlu bu cümleyi sarf ederken yine kolayına kaçmıştır.
'Ben kötü gün dostuyum' derken hem yalan söylemiyor olmanın rahatlığını hem de saygınlığını yaşayabilmiştir gönül rahatlığıyla.
Çünkü yanlış yanlışı doğurmuştur.
Ya da delinin biri kuyuya bir taş atmıştır işte.
Sorgulama kavramından çok uzak olan yaşantılarımız bu cümlenin doğruluğunu da beyin süzgecinden geçirmekle uğraşmamış kullanılanlar kutusuna ekleyivermiştir.
Diyeceğim o ki; kötü gün dostu değil de iyi gün dostları edinin kendinize.
Ama sahiden sahi olanlardan.
Sizinle ağlayanlara değil de gülebilenlere açıverin kapılarınızı sonuna kadar.
Ama gerçekten gülebilenlere.
Gülüşü içinizi ısıtanlara.
Sizin adınıza çok sevinecek değil de sevincinizi sevinci bilecek mutluluğunuzla mutlu olabilecek birini bulduğunuzda onu öpüp koklayın, sarın sarmalayın.
Bugün ahşap boyamada ilk çalışmamı tamamladım çocuklar gibi şenim,gidip mutluluğumla cıvıldayabilecek bir çift göz bulayım.
Kendinize iyi davrandığınız,'senin adına' yı cümle içinde kullanmadığınız, yüzünden gözünden samimiyet akan bir gün olsun.
İyi günleriniz bol olsun.
                                       


14 Ocak 2015 Çarşamba

Alışveriş severlere müjde !

Dünya bir alışveriş merkezi.
Evet doğru duydunuz.
İçinde her telden çalan milyonlarca eşsiz mağazası olan bir alışveriş merkezi.
Giderek insanlık adına seçenekleri çoğaltırken gereksiz harcamalara sebep olan bir alışveriş merkezi.
Her yeni açılacak mağazanın haberini alanların hırstan kendilerine bir kalkan yaptıkları daha çok çalışıp daha iyisini yapmak için uğraştıkları, rekabetin asla bitmeyeceği bir yer burası.
Rekabet iyidir.
Başarının yardımcısı,yalnızlığın en büyük destekçisidir.
Her biri günümüzde o kadar iyi o kadar başarılı o kadar yalnızdır ki o kadar yani.
İşi başından öylesine aşkındır ki kendiyle göz göze gelmeye bile zaman bulamaz.
Bir alanda uzmanlaşmaktan çok konu bazında pergeli açmakladır derdi.
Pergele taktığı hayatından ne kadar büyük bir şekil çıkarabilirse o kadar tatmin olacaktır.        
Kendi kendine yetebilme arzusuna rağmen hayatın devamlılığı için her mağaza sahibi satıcı olduğu kadar da alıcıdır aslında.
Kendine yetemeyeceği yerlerde birilerinden kendine bir şeyler katmak zorundadır.
Seçeneği o kadar çoktur ki birine girdiğinde 'daha iyisini bulamam, buradan alayım ya, bu da güzel' demeyi unutmuştur.
Hep daha iyisini bulabileceğini düşünür.
Daha iyisini arar.
Daha iyisini bulamayacağını anlaması için hepsine girip çıkması gerekir.
Biri eksik kalsa aklı hep onda kalacaktır bilir.
Bulamayacağını anladığındaysa ilk denediğine dönmeye karar verse de çoğunlukla iş işten geçmiş olur.
Sevip de burun kıvırdığını eller almıştır.
O yüzden 'bir bakıp çıkacağım'lar artmıştır günümüzde.
İlişkilerde.
Duygular...
Arkadaşlar...
Dostlar...
Aşklar...
Birileri hayatımıza girer ve hep bir bakıp çıkar.
Hayatımızın kapısı herkese açık olduğu için elini kolunu sallayan girer,'ne yapıyorsun? Bir dur bakalım' diyen olmaz.
Hiçbir işlevi olmadığı halde görünsün diye konulmuş x-rayden geçer.
Ötse de girer ötmese de.
Ne zaman çıkacağına da kendi karar verir.
Elini kolunu sallayarak da çıkıp gider tıpkı geldiği gibi.
Birileri bir parçamızı yanında götürmek ister bazen.
Kapıda alarm öttüğünde geriye dönüp şöyle bir bakar.
Bir tek o zaman geri dönüşü vardır.
Ve sizi tercih etmesi için sahip olduğunuz son şansınızla dört saniyeliğine göz göze gelirsiniz.
Çıkarken 'bir bakayım, tekrar gelirim' der çoğu zaman.
Ama o kapıdan çıkarsa bir daha asla gelmeyecektir bilirsiniz.
Yine de çoğu zaman bir umut beklersiniz.
Ama sizi yine şaşırtmaz.
Gün geçmez ki karşı mağazadan da çıkarken görürsünüz.
Bu hep böyledir.
Seçim şansı arttıkça daha iyisini bulma ihtimaliyle birlikte isteği de artıp hırslanan insanların, zamanla bu hırstan başka hiçbir şeye hayatlarında yer kalmamasından kaynaklanır.
Güven.
Sadakat.
Sevgi.
Aşk.
Heyecan.
Duyarlılık.
Empati.
Bir zaman sonra hepsi sadece ağızdan bir kere de kolayca çıkabilen kelimelere dönüşür.
Duygusuz bir hayatın içinde o mağazadan bu mağazaya koşmakla, daha iyisini aramakla geçer ömür dediğimiz sonu başı belli hikaye.
Birisi de çıkıp bugün kepenkleri kapatalım da sahile gidip bir çay içelim demez.
Ne yapsak?
Bugün beraber bir çay mı içsek?

12 Ocak 2015 Pazartesi

Dönüşüm muhteşem olacak.

Bu sabah 09.30'daki sınavım için 08.45'te uyandım.
İki ayak bir pabuca sığar mıymış sığmaz mıymış bir kez daha denedim.
Bugün de sığdırabildim.
Bir de 'sabah erken kalkar çalışırım nasılsa ya' tesellileriyle uyutmuştum kendimi.
Yine güne kendime kızarak başladım.
Sabah nasıl uyanıyorsam tüm gün o ruh hali etrafında dolanıp duruyorum.
Bu zamana kadar kötü uyanıp da ivmenin hızla yükseldiği bir güne tanıklık etmedim.
Bunu da çok iyi bildiğimden söylene söylene çıktım evden.
Aferin İpek yine kendine harika bir gün armağan ettin...
'Gün içinde yaşayacakların müstahak sana' dedim acımasızca.
İki gün öncesinde kardan sınavların ertelendiği yer sanki burası değilmişçesine güneş yaktı yüzümü.
Kırmızı, boynumdaki beni ısıtan atkımı bir çırpıda çekip çıkardım.
Derin bir nefes aldım.
Ocağın neredeyse ortasında, ayamamış bir sabahımda açan güneşe bıyık altından gülümsedim.
'Burada olmana bir anlam veremiyorum ama hoşuma da gitmiyor değil' demekti bu.
Sonradan hatırladım zaten yeterince geç kaldığımı.
Hemen toparladım kendimi.
Adımlarımı hızlandırdım.
Okula girdim, hafta içiymişçesine kalabalıktı.
Herkeste yine bir telaş.
Bir an hangi gün olduğunu düşündüm.
Pazardı tabi ki.
Pazarları hiç sevmem.
Neyse, yürümeye devam ettim.
Saat geç olduğundan olsa gerek tanıdık bir yüz aradım ama bulamadım.
Ta ki sol tarafımdan hızla geçip giden birilerini görene kadar.
Evet o birilerini tanıyordum.
Hem de çok iyi.
Çok iyiden de iyi hatta.
En azından ben öyle düşünüyordum.
Öyle olsaydı bir günaydını benden esirger miydi?
Sınav telaşına verdim.
Üzerine uzun uzadıya düşünmedim.
Bakıp da görmemenin ne demek olduğunu ben de çok iyi bilirim.
Sınav salonuna girdim, herkes tanımayan gözlerle değil de tanımazdan gelen gözlerle suratıma bakıyordu.
Alışkındım zaten.
Aldırmadım.
Hiçbir şeyin değişmemiş olması oradan kaçıp gitme isteğimi yine tetiklese de sıradan bir gündü işte.
'Neden böyle oldu ki?'lerle boğduğum, sıradanın dışına taşan günlerimi hatırladım.
Ruhum sıkıldı.
Tam o an bugün her şeyin eskisinden farksız olduğu gerçeği içime su serpti.
Sınav çıkışında biraz lafladık arkadaşlarla.
Bir an annemin 'her şeyi çok da düşünüp kafanda büyütme, insanlar işte, fazla bir şey bekleme' sözü aklıma geldi.
Annem ya, bir insan her seferinde nasıl bu kadar haklı olabilir ki.
Güldüm.
Onlara güldüm sandılar.
Bozmadım.
Bu güne dek kahve içme tekliflerimi hiç geri çevirmeyen bir arkadaşıma 'gel bir kahve ısmarlayayım hadi sana, sonra da fallaşırız' dedim.
Munzurca gülümsedim.
Fallaşmak dertleşmek anlamına gelir, bilirdi.
Hep yaptığımız şeydi.
Ben demesem o diyecekti biliyordum.
Öyle sanıyordum.
Başka zaman dedi.
'Başka mı zaman?' diye tepki vermişim istemsizce.
O an tüm gün yaşadıklarım gözümün önünden hızlıca geçti.
Anlamıştım.
Kabustaydım.
Tek sorun uyanamıyor oluşumdu.
Bir çırpıda sıkça uğradığım, içine girerken suratıma çarpan kahve kokusunu içime daha da çok çekebileyim diye derin bir nefes aldığım o köşedeki kahveciye gittim.
'Hoş geldiniz İpek Hanım' dedi.
Derin bir oh çektim.Ağzından kelimeler dökülmeden önce gözleriyle 'hoş geldin' derken gülümsemesiyle 'yine gel' diyordu.
Bıraktığım gibi bulmuştum işte.
'Nasılsınız?' sorusundan sonra sadede geldik.
Her zamankinden dedim.
'Tabi, sütlü mü olsun?' dedi.
O an şaşkınlığımı gizleyemedim.
'Süt mü?' demiş bulundum.
Kahveyi sütsüz,şekersiz sevdiğimi belki de en iyi bilen insandı kendisi.
'Yok, sade' dedim hala şoku atlatamamış bir vaziyette.
'Kahvenizi hazırlıyorum, sol taraftan alabilirsiniz' dedi.
Kaskatı kesildim.
Ben bunu zaten biliyorum diye çığlıklar attım.Ama içimden.
Evet evet,bu sabah kesin bir kabusa uyanmıştım.
Ama bu kabustan da uyanmanın vakti çoktan gelmemiş miydi?
Sonra fark ettim her sınavdan önce arayıp başarılar dileyen annem bu sabah aramamıştı.
Hemen telefona sarıldım.
Artık emindim.
Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.
Anneme bir çırpıda olanı biteni anlattım.
'Çıkmazda gibi hissediyorum' dedim.
O da bana her zamanki sakin tavrıyla hayatta çıkmaz sokakların olmadığını ama zaman zaman bilmediğimiz yollara sapabildiğimizi söyledi.
Bilmediğimiz yollar, dönüşü olmayan yollar anlamına gelir.
Bir sabah uyandığımda hayatın akışını kontrol edemediğimi,insanların zamanla değişebildiğini anladım.
Bu sabah hayata adaptasyon sürecim yeniden başladı.
Bu süreçte hayatta kalabilmeyi başarabilenler yoluna devam ederken,doğanın kanunu işte adapte olamayanlar bir bir elenecektir.
Tüm çabamız da her yolun sonunda, hayatımızın yeni şeklinde de hayatta kalabilmek adınadır.
Bir sabah Gregor Samsa gibi dün bıraktığınız yerde bulamazsanız hayatınızı endişelenmeyin,çok uzağa gitmiş olamaz.
Koşarsanız yakalarsınız.
Yakaladığınızda yüzüne karşı eskisi kadar güzel olmadığını söylemeyin,çok üzülür.

10 Ocak 2015 Cumartesi

Hayata teyellenenlerden misiniz?

Her yılın başında kendimize özel günleri işaretlenmiş bir takvim alırız.
Ajandası da yanında hediye gelir.
Her özel günü yuvarlak içine alırız.
Doğum günleri.
Yıl dönümleri.
Unutma ihtimaliyle gözümüz fena korkutulmuştur.
Yapacaklarımızı da kalemle küçük küçük not ederiz üzerine.
Kalem, hem de fosforlu.
Daha da gözümüze sokalım da 'aman ha atlamayalım!' diye.
Arkadaş toplantıları.
Sinema günleri.
Her şey planlıdır.
Her anımızı kontrol altına almak isteriz.
Yiyeceklerimizi, giyeceklerimizi, isteyeceklerimizi hatta hissedeceklerimizi bile.
Kendimize yaptığımız planlarda, kalkış vaktinden tutun da dinlenme saatimize kadar her şey itinayla hazırlanmıştır.
Bize sadece ajandaya önceden her ayrıntısını tasarlayıp notunu aldığımız şeyleri yaşamak kalır.
Ya da yaşamak demeyelim de uygulamak diyelim.
Evet evet böyle çok daha iyi oldu.
Ajandamın kapağına da 'bir gün öleceğimi hiç hesaba katmamıştım' yazsınlar hatta.            
Pili bitip de çalmayacağından korktuğumuz bir çalar saat gibiyizdir.
Kafası karışacağından çekindiğimiz bir hesap makinesi belki de.
Bir de hayattan sürpriz olmasını isterken bile planlayıp,beklediğimiz heyecanlar vardır.
Ha bugün olacak ha yarın olacak derken olmama ihtimali içimizi burkar.
Sürpriz dediğimiz şey; olması beklenmeyen, olursa şaşırtacak olan değil miydi ki?    
Bu işte de bir gariplik var.
Neyse.
O yüzden hep derim insan;karakterini,hayattan beklentilerini,hayallerini kısacası tüm hayatını iğne iplikle oturup kendine bir güzel dikmiştir.
Kimisi işçiliğini öyle ince yapmıştır ki işini şansa bırakmamıştır.
Garanticidir.
Yüzde yüz emindir kendinden.
Olacaklardan.
Kimisi teyellemiştir sadece.
Daha çok hayata bırakmıştır kendini.
Macerayı sever.
Hayatına kamikaze dersek mesela o, tepetaklak geldiğinde bile eğlenmeyi bilen bir çocuk gibidir.
Gözleri hala ışıldayabiliyordur.    
Tutamayıp salıverdiği kahkahaları, heyecanlandığında titreyen elleri vardır.
Gülümseyişi iç ısıtıyordur.
Hayat ona hala beklemediği şeyleri verebiliyordur.
Bazen açıveriyordur vanayı.
Bırakıyordur gözyaşı,mutluluk,hüzün aksın gitsin.
Beklenmeyen anlarda gelen mutluluğun güzelliğini o da tatmıştır.
Özel bir günde değil de öylesine bir pazar gününde çıkıp gelen dostlar gibi mesela.
Gitmeyi çok istemenize rağmen bilet bulamadığınız konsere çoktan sizin için bileti alıp 'gitmiyor muyuz?' diyen çok sevilesi biri gibi mesela.
Demlediğiniz çayın yanına 'şöyle güzel bir kurabiye olsaydı' diye içinizden geçirirken kapıdan giren ev arkadaşınızın elindeki kurabiyeler gibi mesela.
'Arasam mı?' diye düşündüğünüz sırada çalan telefon gibi.
'Görür müyüm?' diye düşündüğünüz sırada pat diye karşınıza çıkması gibi.
Hayat oynatmayı da oyalamayı da sever.
Parmağında döndüremeyeceğini anladıklarını es geçer.          
Uğraşmaz.  
Hayatın sizinle uğraşmama fikri ilk etapta oldukça cazip görünüyorsa da her yanından sıkıcılık akıyor besbelli.
Hepimiz hayata kendimizi biraz biraz bıraksak da hayattan zevk almaya başlasak keşke.
Takvimleri yırtsak.
Ajandalarla vedalaşsak.
Gözlerimizi kapatıp ona bir kereliğine güvenmeyi denesek.
Biliyorum dalgasız denizde sakin sakin yüzmek iyidir ama bazen akıntıya karşı yüzmek çok daha zevklidir.
Sizi elinizden tutup götürdüğü yerde gözlerinizi açtığınızda karşılaşacağınız şey belki de hayal edebileceklerinizin bile çok ötesinde olacak.
Kim bilir...


7 Ocak 2015 Çarşamba

Sen hiç kendine sordun mu?

Varlığını bildiğim ama uzun zamandır bu kadar yoğun yaşayamadığım bir duyguyu sizinle paylaşmak istiyorum.
Yağmur.
Ailemizin en yeni, en taze, en güzel üyesi.
Kıvırcık saçları, gülünce küçülen gözleri, gözünün altında oluşan bir gamzesi var.
Daha şimdiden her anını fotoğraf karelerinden takip edebilecek kadar geniş bir albümü var.
Yanında olamayıp da her yeni fotoğrafını gördüğümde kendimi kaybediyorum.
İçime sokasım geliyor.
Ama geçenlerde bir şey dikkatimi çekti.
Her fotoğrafına baktığımda kendi kendime kocaman gülümserken istemsiz olarak verdiğim ilk tepki 'YAAAA tipine bak şunun manyak yaa' oluyor.
İşin kötüsü onu her kucağıma aldığımda dişlerim kamaşırken milyonlarca kez ona da aynısını söylüyorum.
Daha da kötüsü bunu yapan tek ben değilim.
İçimiz kaynıyor.
Sevgimiz taşacak noktaya geldiğinde de dayanamayıp dişliyoruz, döverken seviyoruz anlayacağınız.
Habire yanaklarını, kollarındaki her boğumu, bacaklarını aramızda pay edip yeme planları yapıyoruz.
'Sevmese de çocuk normal bir psikolojiyle büyüse daha iyi olacak galiba' cümlesini akıllara getirdiğimiz kesin.
Hatta yeri geliyor hayvanlarda da aynı tepkileri veriyoruz.
Peki içimizde yatan bu şiddet eğilimi neden?
Güzel şeylere fark etmeden verdiğimiz ilk tepkiler bizi açık ediyor.
Evrimleşme süreciyle kendini minimize etmeyi başarırken yok etmeyi başaramayan iç güdülerimizden kaynaklanıyor.
İnsan doğal haline bırakılırsa,bencil ve saldırgan olma,sadece çıkarlarını düşünme eğilimindedir.
Kimimizde sadece belirli anlarda kendini gösteren bu eğilim kimisinin hayatına yayılmış bir şekilde varlığını sürdürür.
Ebru Altan'ın gözünden
Bu noktadaki farklılığı da ailenin çocuğa 'sen o acı çeken yerinde olsaydın ne hissederdin?' sorusunu yöneltip yöneltmemesi oluşturuyor.
O yüzden giderek şiddet eğilimi yüksek bir toplum olduk.
Sormayı hep unuttuk.
O da yetmezmiş gibi televizyon ve gazetelerde saldırganlığı ve şiddeti kanıksatan bir kültür hakim.
Doğruyu yanlışı ayırt edemeyecek kadar küçük olan çocuklarsa zihinlerine 'olması gerekenin bu olduğu' gibi bir algıyı yerleştirip,ben merkezli bir hayatı tercih ediyorlar.
Karşısındakinin acı çektiğini umursamayan hatta fark bile edemeyen bireyler yetişiyor.
O yüzden otobüslerde yaşlılara yer veren genç insan oranı giderek düşüyor bu ülkede.
O yüzden kadına şiddette istatistikler giderek zirveye oynuyor bu ülkede.
O yüzden hayvanlara bile tecavüz ediliyor bu ülkede.
Siz siz olun önce kendinize sonra etrafınızdaki herkese bu soruyu sık sık sorun.
Bu soru kullanılmaya kullanılmaya körelmiş olan vicdanın belki harekete geçmesine yardımcı olur.
Denemekten zarar gelmez.
Şimdi hepinize soruyorum 'o acı çeken yerinde olsaydınız ne hissederdiniz?'


6 Ocak 2015 Salı

İçimden geldi

Hayatta silkelenip kendimize gelmek isteyip 'ne oluyor sana?' bile diyemediğimiz günler yaşarız.
Devamlı olarak doğru olanı kendimiz için seçip uygulamaya koymaktır en büyük çabamız.
En basitinden bir şey (herhangi bir şey-ufacık bir şey bile olabilir) almaya çıkarız ve iki renk arasında kararsız kalırız.
İçimize afaganlar basar.
Ölçüp tarttıktan sonra birinde karar kılar eve döneriz.
Kapıdan içeri girmemizle içimize kurt düşmesi bir olur.
Yersiz bir huzursuzluk hissederiz.
İşte o an artık kaçış yoktur...
Kendimize o amansız soruyu sormak zorunda kalırız.
'Diğeri daha mı iyiydi?'
Bu soru günlerce bazılarımızın kabusu olurken bazılarımızın uykulara veda etme sebebi olur.
Hep kararımızı o yönde kullanmadığımızda kalır aklımız.
Acabalarla yaşarız geri kalan hayatı.
'Onu alsaydım şöyle olurdu böyle olurdu' diye olmayasıya düşünceler dolanır durur zihnimizde.
Sonradan 'yok benimki iyi ya'  evresine geçsek de aksiyle tüm bedenimizi saran isteme arzusuna engel olamayız.
Bu da insana dairdir.
Doyumsuzluk güdüsündendir.
Ne olduğu hiç önemli değil, hayatta her alanda bizde olmayanı isteriz.
Saçın kıvırcığı.
Tenin esmeri.
Gözün yeşili.
Çantanın kırmızısı.
Ayakkabının mavisi.
O yüzden hep derim 'kötü karar yoktur kararsızlık vardır'.
Genelde hayatta da bu doğrultuda hep çoğunluk ne yapıyorsa onu yapma eğilimindeyizdir.
Satıcıya 'hangisi daha çok gidiyor?' sorusunun aniden ağzımızdan çıkıvermesinin başka bir açıklaması olamaz.
Bu da içsel olarak 'mutlu olmaya en yakın ihtimal'i bulmak istemekten kaynaklanır.
Oysa kendimize 'sen ne istersin?' diye sorsak hepsinden kolay olacaktır.
Bunu fark ederiz ama iş işten geçmiş olur.
İnsan tecrübelerinden ders çıkarabilen bir varlıktır.
Yine de bu, zaaflarını tecrübelerine tercih etmesine engel olmaz.
İnsanın doğasında olan kısır bir döngüdür bu.
Aynı hataya her seferinde yine düşecek ve yine aynı pişmanlığı yaşayacaktır.
Sonra yeniden.
Ve yeniden.
Yine de...
Doğru olanı yapmak mutluluktur.
Mutluluk ise 'içimden gelen'i cümle içinde kullanmaktır.
Bugün yazımı içimden gelen bir şarkıyla bitiriyorum. 
Keyifli dinlemeler

5 Ocak 2015 Pazartesi

Mehtap Zengin

Dün gece karşılaştığım bir videoya inanmak istemedim.
Kahroldum.
Uzun zamandır gözyaşlarıma bu kadar engel olamadığımı hatırlamıyorum.
Bu sabahsa tüm gazeteler bangır bangır videonun gerçekliğini bağırıyordu.
Tüm gazetelerde seçilen manşetler dikkatimi çekti.
'Trans bireyin intihar videosu ortaya çıktı.'
Birey ama trans.
Birey dediği kişinin cinsiyetsiz olduğunu bir türlü anlayamamış bir toplum.
Cinsel tercihler,tabular,ahlak,değer yargıları arasında bunun bir tercih meselesinden çok bahsedilen bireyin gerçeği olduğunu kavrayamamış bir toplum.
Yaşama özgürlüğünü, kadınlar ve erkekler diye kategorize ederken elini vicdanına götürmeye üşenmiş bir toplum.
Köpeğini annesine emanet ederken insanlığı Allah'a havale eden bir birey.
Allak bullak oldum.
Kalpsizlik yeterli gelmez vicdansızlık desen hafif kalır hepsi insana özgü şeylerken bunlar olmadan yaşayan sen, kendini insandan sayabiliyor musun gerçekten?
Ama neyse ki sen erkek gibi erkeksin.
Delikanlısın.
Yiğitsin.
Erkekliğine laf ettirmezsin.
Katilsin.
Sen, kendi halinde bir hayatı bakışlarıyla yakıp kül eden bir canavarsın.
O hayatla birlikte insanlara olan inancımı bir kez daha sonsuzluğa uğurlayansın.
Sen,bir an bile pişman olmayan hatta yaptığıyla övünen dahası yine olsa yine yapacağını ima eden en büyük yanılgısı kendini insandan sayması olan şahsiyet, bugün senin sayende insanlığımdan utanıyorum.
Çok utanıyorum...
Özür dilerim Mehtap, çok özür dilerim.
Seni yaşatamadığımız için.
Sesini, sen nefessiz kalırken duyamadığımız için.
Yaşarken elinden tutamadığımız için.
Yalvarışlarına kulak tıkadığımız için.
Her şeyde olduğu gibi sana da geç kaldığımız için.
Çaresiz bakışlarını,titreyen dudaklarını,inanmayanlara inat dilinden Allah kelimesini düşürmeyişini ömrümün sonuna kadar unutamayacağım.
Ama en çok umutsuzlukla buğulanan çaresiz gözlerini...
Onlar gözümün önünden gitmiyor.
Umarım gittiğin yerde insanların tek yüzlüsüyle,kalbine bakanıyla karşılaşırsın.
Bugün senin en güzel günün.
Allah'a emanet ol.

4 Ocak 2015 Pazar

İpekçe bir tavsiye...

Geçenlerde Mecidiyeköy'de yürüyorum.
Bir anda kendimi güneşin kendini ara ara gösterdiği güzel bir sonbahar gününde Çengelköy'de bir çay bahçesinde oturan, on dokuz yaşında, gözlerini kapatmış, derin derin havayı soluyan,kırmızı hırkalı bir kız olarak buldum.
Durun durun.
En baştan başlayayım.
Bundan tam iki sene önce havanın 'çık,gez,dolaş' dediği bir sonbahar gününde çok söz dinleyen biri olarak attım kendimi dışarı.
Çengelköy'e gittim.
Çengelköy güzeldir.
Zerzevatıyla ünlüdür.
Yaşanılır, nefes alınır, çay içilir, koyu sohbetler edilir Çengelköy'de.
İki hafta öncesine kadar bana o güne dair ne hatırladığımı sorsanız size yalnızca karşı sandalyemde hiç umursamaz tavrıyla etrafı süzen güvercinden bahsederdim.
Aslında hatırladığım tek şeyin güvercin olmadığını Mecidiyeköy'de bir hışımla yanımdan geçip giden yüksek topuklu ayakkabıları olan kadın sayesinde anladım.
Şimdi size bir sır vereceğim.
Bahsettiğim bu kadın varlığını hayal gücümüze borçlu olduğumuzu sandığım bir şeye sahipti.
Zaman kavramını yok eden bir şeye.        
Dünü bugünü ve yarını tek bir günde birleştirebilen bir şeye.                              
Zaman makinesi.                                  
Bir insanda olma fikri inanılmaz geliyor değil mi ?
Sonradan fark ettim meğer o zaman makinesinden bende de var.
Etrafıma bakınca anladım ki aslında herkeste var.
O an insanları ikiye ayırdım kendi içimde.
Kullanmayı bilenler ve bilmeyenler.
Sonra düşündüm varlığını fark edenler ve fark edemeyenler olarak ayırmak daha doğru.
Bazı şeylerin varlığını fark edince insan sahip olup olmadığını sorgulamaya başlıyor.
Bir şeyi kaybedince değerini anlamak gibi.
O yüzünü bile görmediğim kadının zaman makinesi, beni oradan alıp Çengelköy'deki çay bahçesine bırakan 'kokusuydu' tıpkı iki sene önce sahilde yan masama gelip oturan yüzünü bile görmediğim kadınınki gibi.
İnsan zamana yenik düşen bir canlı.
Zaman dediğimiz kavram hafızamızın en büyük düşmanı.
İnsana çevresindekilerin kıyafetlerini,ayakkabılarını,saçını başını unutturabiliyor.
Hatta yeri geliyor hissettirdiklerini bile...
Geriye kalan ve hiç unutulmayan ise kokular oluyor.
Tuhaf.
İstese de unutamıyor insan.
Koku hafızası kendini geliştirmeyi en çok başarabilenmiş meğer.
Yıllar sonra bile birilerinin aklına gelebilmek için yapmam gereken portakallar içinde yüzüp kendimi sokağa atmakmış meğer.
Herhangi bir konuda akla ilk gelen kişi olamama sorunsalı hepimizde zaman zaman baş göstermiyor mu?
Öyle zamanlar için size İpekçe bir tavsiyede bulunayım.
Kıyafetlerinizi bol yumuşatıcıda yıkayın.
Çünkü insanın hayatındaki doğru insanlar çoğunlukla yanlış zamanlarda karşısına çıkıyor.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Kabuk sevdası

Bir haftanın ardından bugün kendimi kapattığım evden dışarı çıkardım.
İnsan içine karıştım.
Biraz yürüdüm.
Havanın buz gibi olduğunu insanların büzüşük vaziyette birbirlerine sokulmuş olmalarından anladım.
Hissetmeme sebebimi de evde kaldığım sürede içimde depolamış olduğum sıcağa bağladım.
Karın ardından yağan yağmur bizi beyaz rüyadan uyandırırken ağaçların her mevsimde farklı renklerde ama aynı güzellikte oluşuna şaşırdım.
'Bir de insan tüm canlılardan üstün derler, ne büyük yalan' diye geçirdim içimden.
Yıllarca sesini çıkarmadan durduğu yerde huzur verebilen bir ağaç ya da kokusuyla baş döndüren bir şebboya benzemediğimiz kesin.
İnsanları illaki bir canlıya benzetecek olsam bu yengeç olurdu muhtemelen.
Beni böyle düşünmeye sevk eden gün içinde karşıma çıkan bir video oldu.
Nedeni basit.
Onlar da zaman zaman tıpkı insanlar gibi hayatta kalabilmek için kabuk değiştiriyorlar.
Her değiştirdikleri kabuğun ardından savunmasız ,pespembe kalsalar da her kabuktan sonra onlar için hayat yeniden başlıyor.
Zaten yaşamak için başka çareleri de yoktur.
İnsanların da yaşamaya devam edebilmeleri için kabuklarını değiştirmeye, yeniden doğmaya ihtiyaçları vardır.
Bakmayın bedensel olarak yaşamaya devam edebilsek de 'yaşamak için yaşıyoruz'.
Ona da yaşamak denirse işte.
Benziyoruz dedim ama bizde kabukta çürümeyi, değiştirmeye tercih eden popülasyon ne yazık ki yoğunlukta.
Peki insan kendine bunu neden yapar?
Bu da bir nevi intihar değil midir ki ?
Duygularını bastırır.
Düşüncelerini yok sayar.
Susmayı seçer.
Çözüm için değil de kaçış için yollar arar.
Bulamadıkça da kendinden vazgeçer.
Kabuğunda günden güne daha çok daha da çok sıkışır.
'Kabuğunu kırmak' sözü tam da burada devreye girer.
Hayatta öyle anlar vardır ki karşımıza yaşamak ya da yaşayamamak gibi iki seçenek çıkar.
Yanlış olanı seçersek kabuğumuz bizi nefes bile alamayacağımız kadar sıkıştıracaktır biliriz.
Doğruyu seçersek özgürlüğe bir pencere açacağızdır.
O aradaki yarıkta doğru kararı seçmenin endişesi kaplar içimizi.
Kararın doğruluğu konusunda bize rehberlik edebilecek en iyi kişiyse iç sesimiz olacaktır.
Kabuğunuzu kırmanız gerektiğini bildiğiniz anlarda kimseyi dinlemeyin, içinizdeki sese kulak verin.
Unutmayın, sizin kabuk kalınlığınızın dışarıdan anlaşılması mümkün değildir.
Bu konuda en iyi bildiğiniz bile en fazla tahmin yürütebilir.
Hangi darbenin daha kırıcı olduğunu sizden iyi kimse kestiremez.
'İçinizden bir ses' size bir şey dediği zamanlarda bunu bir kez daha düşünün.
Belki de kabuğunuzu kolay yoldan kırabilmek için iyi bir fikri vardır.                                               

2 Ocak 2015 Cuma

Beni büyüten giderek küçülen hayallerimdi

Geçmişe dönüp baktığımda tarihlerini tam hatırlayamadığım kareler gözümde canlanıyor.
Hepsi dün gibi capcanlı,tazecik...
Sonra anı birlikte yaşadıklarımla bir tartışma alıyor bizi.
İki sene önceydi üçtü yok yok beşti derken aslında çok daha fazlasının geçtiğini fark ediyoruz.
Zamanın karşısında ne kadar da çaresiz olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Büyüyoruz.
Gitmeyi değil de kalmayı düşünüyorsan
Karşına çıkan yollardan hep bildiğini seçmeye başladıysan
Deniz mavisi en sevdiğim renk diyorsan
Ona rağmen kahverengi ve siyah giyiyorsan
Bugün değil de yarınsa derdin
Çoğalmak değil de eksilmemekse amacın
Daha çok dinleyip daha az konuşmaya başladıysan
Saçlarında ilk beyazı görüp ağladığın gün çok geride kaldıysa
Yoruldum demekten yorulduysan
Kendinden önce başkalarını düşünüyorsan
Gecenin geç saatlerinde çalan her telefon içinin yağlarını eritiyorsa
Pazartesi sendromuyla tanıştıysan
Ayakkabılarını içeri alıyorsan
Sabahları düzelttiğin tek yatak seninki değilse
'Kafam götürmüyor'u cümle içinde kullanıyorsan
Özgürlükle verdiğin kararlardan pişmanlık duymuyorsan
Her şeyden bir mana çıkarıyorsan
Dopamin eskisi kadar tesir etmiyorsa
Kendine daha az vakit ayırıyorsan
Farkındaysan
Korkmuyorsan
Susamıyorsan
Beylik laflar etmeye çalışmadan beylik laflar ediyorsan
Kitap cümlelerinin altını çiziyorsan
Dalga sesini seviyorsan
Tahammül edemiyorsan
Evde olmayı dışarıya tercih ediyorsan
En çok kışı seviyorsan
Samimi olmayı iddialı olmaya tercih ediyorsan
Huzuru sarılmakta buluyorsan
Güzellik kavramını önce gözde arıyorsan
Doğallığı seviyorsan
Doğduğun yeri özlüyorsan
Yaşadığın yerde köklerinle tutunmayı başarabiliyorsan
Kendine yetebiliyorsan
Evde yalnız kalabiliyorsan
Yaşadığın şehirden artık nefret bile etmiyorsan
Kendine duvarlar örüyorsan
Sevdiklerini kavanozda saklama fikri kulağına tuhaf gelmiyorsa
Ağlamaktan çekiniyorsan
Gözlerin her dolduğunda kimse görmesin istiyorsan
Sabah kahveni yalnız içiyorsan
Üzüntüyle mutsuzluğun aynı şey olmadığını anlayabiliyorsan
Kimliksiz insanlar sabrını deniyorsa
Kahkahaların gözyaşlarına karışabiliyorsa
Her durumda ruh sağlığını koruman gerektiğinin bilincindeysen
Aşkın acı verici değil de iç gıdıklayıcı olduğunu keşfettiysen
Hayatının herhangi bir anında 'İstanbul'da yaşanmaz' dediysen
Güzel bir müzik duyduğunda gözlerini kapatmayı dans etmeye yeğliyorsan
Fotoğraf albümlerin dolup taşıyorsa
Annem haklıymış diyorsan
Özlüyorsan
Arıyorsan
Yıllar geçmiş, sen de büyümüşsün belli ki...


1 Ocak 2015 Perşembe

Avuttum kendimi sözde

Candan Erçetin. 
Çarpık gülümsemesiyle,içine kendini akıttığı sözleriyle beni her defasında ağlatmayı başaran kadın.
"Bitti, buraya kadarmış dedim,unuttum bile dedim" diyor bir şarkısında.
Kime demiş ki? diyorsun ilk etapta.
Devamını dinleyince anlıyorsun.
Avutmuş kendini sözle.
Anlayacağınız lafı,sözü kendinden hiç esirgemeyen bir kadın muhtemelen sizin gibi.Tıpkı benim gibi.
Bir de kendi kendine konuşana deli derler.
Ben kendi kendine konuşana aşık derim,yalnız derim,kararsız derim.
İnsan hayatının 'olması gerektiği gibi' olan şekline en başta kendini inandırmaya çalışıyor.
Kendini oturtuyor yanına ve diyor ki 'kardeşim bak, böyleyken böyle'.
Sonra ben 'bir su alayım, geliyorum' diyip odadan çıkıyor.Kapının önünde başlıyor ağlamaya.
Odaya tam girecekken kapının eşiğinde gözlerinin kuruması için kendine on saniye veriyor.
Tekrar derin bir nefes alıyor.Bu sürede üç saniye ya geçiyor ya geçmiyor.
Ve gülümseyerek odaya giriyor. 
O yüzden sessizce ağlamak diye bir şey var.
O yüzden içine akan gözyaşları dinmek bilmez insanın.
Kimseye duyurmamak değil aslında derdimiz.
Kendimizin ona inandırılandan başka bir şeyler olduğunu anlamasından korktuğumuzdan.
Bir şeylerin yolunda gitmediğini farkederse panikleyeceğini bildiğimizden.
O yüzden avazımız çıktığı kadar bağırmak istediğimizde gözlerimizi kırpmamaya çalışıyoruz.
Kırparsak ilk damlanın düşeceğini ve sonrasında durduramayacağımızı bildiğimizden.
Aksi takdirde zor zamanlar geçirirken kendi kendimize 'geçti' kelimesini tekrar ediyor oluşumuzun bir açıklaması olamaz.
O yüzden hep diken üstündeyizdir.
'Her şeyi yoluna koyduğumuzu uzun uzun anlattığımız' kendimizin asıl gerçekle yüzleşmesini engellemeye çalışır dururuz.
Müziği değiştiririz.
Saçlarımızı değiştiririz.
Kalabalığa karışırız.
Komik bir film açarız.
En komik sahnenin herkesi kahkahaya boğduğu anda gözyaşlarına boğulduğumuzda yaptığımız hiçbir şeyin gerçekle yüzleşmemize engel olamadığını anlarız.Yalnızca biraz ertelediğimizi fark ederiz.
Bu yüzden ben kimin gözlerinde bulut görsem hep 'içinden geliyorsa ağla' derim.
İçine atmak yüzleşeceği gerçeğini değiştirmez.
Keşke değiştirse.
Ama her şeyde olduğu gibi onu da yaşanması gerektiği gibi yaşayacak ve bitecek.
Bu yüzden siz de kendinize bir iyilik yapmak istiyorsanız gözleriniz dolduğu zamanlarda yukarı bakmaktan vazgeçin.
Hayatta utanılması gereken milyonlarca şey yapıp en utanılmaması gereken şeyden utanan varlıktır insan.
Unutmayın, güçsüzlük göstergesi sandığınız 'gözyaşıyla' yüzleşmekten korktuğunuz için herkesten saklasanız da bu sizin bildiğiniz gerçeği değiştirmeyecek.