31 Aralık 2014 Çarşamba

En bahaneli gün bugün

Annemin 'günaydın benim güzel kuzum' mesajıyla uyanmak bu sabah niyeyse daha güzeldi.
Camı açtım.
Dışarıdaki beyazlığa gözüm alışana kadar kıstım gözlerimi.Yavaş yavaş açtıktan sonra uzun uzun bembeyaz bir güne uyanmanın keyfini çıkardım.
Kendime bir kahve koydum.
Gözlerimi kapattım, rüzgarı iliklerime kadar hissettim.
Mevsimlerin en güzeline sıcacık bir 'hoş geldin' dedim.
Karşı evin aralık kalmış perdesinden içeriye baktım.Herkeste bir telaş etrafı süsleyeceğim diye.
Herkesten bir mesaj 'akşam ne yapıyoruz?'diye.
Takvimde yazan 4 rakamından meğer herkes ne kadar da sıkılmış dedim içimden.
Güldüm.
Sonra fark ettim aslında sebebi 2014 değil 2015.Her yılın başında olduğu gibi 2015'in omzuna da taşıyamayacağı kadar çok mutluluk yükledik.
Yapmak istediğimiz yapamadığımız her şeyi hiç acımadan ondan bekledik.
Mutluluk,sağlık,başarı,aşk getirsin istedik.
Beklentiler sadece üzer hala öğrenemedik.
Değişen bir takvim yaprağından bile bu denli medet umarken kimse de bana çıkıp 'mucize diye bir şey yoktur' demesin.
Bal gibi de mucizelere inanıyoruz ve her an olmasını bekliyoruz işte.
Hayatı bir sıfırlayasımız, baştan başlayıp aynı hataları tekrar tekrar yapasımız var.
Kendimize reset attığımız ya da yeni sürümü indirdiğimiz günmüşçesine yaşıyor oluşumuzu seviyorum.
Ertesi gün değişen hiçbir şey olmayacağının bilincinde olsam da ben bahaneleri severim.
Tüm sevdiklerimle bir araya gelmem için ortaya atılmış çılgınca bir bahanedir benim için her 31 Aralık.
'Küçükken her şey daha güzeldi' deyip her yılbaşını biraz buruk geçiren insanları samimi bulun, sevin.Onlardan zarar gelmez.
Ben de hepinize bir yeni yıl dileğinde bulunayım.
Uzaklarda aradığınız mucizenin içinizde olduğunu keşfettiğiniz bir yıl olsun.
Peki neden bir yıl?
Niye sevdiklerimize sadece 'mutlu, huzurlu,başarılı bir yıl' diliyoruz ve bunu söylemek için neden aralığın son gününü bekliyoruz?
Ben size mutluluğun içinizden taştığı bir yıl değil bir ömür diliyorum.Bu gece yarısı sizin için sadece 2015'e başlangıç değil kendinizle aranızdaki yol yapım çalışmasının son bulduğu gece olsun.


29 Aralık 2014 Pazartesi

Gelecekteki İpek'e...

Merhaba gelecekteki sevgili ben,
Bu satırları sana 2014 yılının son haftasından, neler yaşadığını bilmeden yazıyorum.
Umarım her şey tıkırında gitmiştir.
Umarım hala saçların uzun ve gürdür.
Bu yıl senin için hava durumu yer yer yağışlı çoğunlukla parçalı bulutluydu.
Güneş seni çok özlemiş.Daha fazla ihmal etmiyorsundur umarım onu.
Bu yıl da sabah uykusunu derslere tercih ettin.
Bahanen yine 'yatağıma yastığıma aşığım' oldu.
Umuyorum okulu uzatmadan bitirmeyi başarabilmişsindir.
Eğer bu cümleden sonra 'bitirdim tabi ne sandın' diyebiliyorsan seninle gurur duyuyorum.
Demesen de duyuyorum ya canın sağ olsun.
Son haftaya kadar planın okulu bitirip yüksek lisansı 'sinema televizyon' üzerine yapmaktı.
Sende bir şeyler var biliyorum.
Hayallerinin peşinden git.
Hiç vazgeçme.
İlk iş deneyimini bu sene yaptın.
İlk büro.İlk staj.İlk dava dosyası.
Kısa bir Avrupa turu yaptın.
Brugge'a hayran kaldın.
Tekrar giderim dedin ama bu üşengeçlikle ne bileyim bu konuda hiç güven vermedin bana niyeyse.
Hala gitmediysen de git mutlaka.
'Spontane yaşa olursa sürpriz olsun' cümlesini hayat felsefen haline getirdin.
Bu yıl okulda kendini yer çekimi kuvveti dünyadan fazla olan bir gezegene ait hissettin.
Ayakların daha çok yere basıyordu.
Ama kesinlikle oraya ait değildin.
Senenin başında yine kendine tutamayacağın sözler verdin.
Umarım akıllanmışsındır.
Ve umarım verdiğin sözlere önce kendin inanmayı deniyorsundur.
Hiçbir sınavına zamanında çalışmaya başlamadın.
Son gece sabahlarsın diye bekledim ama sen yüzsüzlüğe vurdurup dönüp uyudun.
Olgunlaşmış ve sorumluluklarını zamanında yerine getirmeyi öğrenmiş olmanı umuyorum.
Zoru sevdiğinden mi bilmem bu yıl da hiç acımadan yumurtaların hep kapına dayanmasını bekledin.
Yumurta demişken umarım hala babanın organik yumurtaları bir numaralı vazgeçilmezindir.
Umarım tavukları kurtlar kapmamıştır.Baban kuluçka makinesini satmamıştır.
Annen bavuluna minik notlar koymaktan bu yıl da vazgeçmedi.
Allah'ın sevgili kulu olduğuna dair en büyük ibare olan o kadının değerini bil.
'Ben böyleyim' cümlesi sadece şarkı sözüyken güzel unutma.
Tüm sene iyi ki doğduğunu düşünmediğin kimseye iyi ki doğdun demedin.
Kendi hayatından çıkardığın dersleri 'gelecekteki bebişime notlar' adlı defterinde topladın.Güzel şeyler bunlar.Arada yapıyorsun, hoşuma gidiyor.
Odan bu yıl da pek toplu sayılmazdı.
Hakkını yemeyeyim son aylar bu konuda çok çaba sarf ettin.
Ama yeterli değildi be güzelim.
Bu yıl etrafındakilere öncelikle sorduğun 'ne yapmak istersin?' sorusunu umarım önce kendine sormanın doğru olduğunu anlamışsındır.
Kimse üzülmesin diye kendini üzme.Unutma sen dayanabiliyorsan onlar da dayanabilir.
'Seni çok seviyorum' cümlesini bu yıl da tüm sevdiklerine bolca dağıttın.
Gönülleri sevindirdin.
Yüreklere su serptin.
Çok konuştun, çok dinledin.
Şarkılar söyledin.                      
Biraz fazla söylendin.
Sarıldın.
Güvendin.
Cesaretlendin.
Aşka geldin. Ve yazmaya başladın.
Umarım uyku, ilham perisiyle geçirdiğin vakti hala kıskanıyordur.
Kıskançlık iyidir.Seven insan kıskanır.
Umarım etrafında seni kıskanan,gözünün içine bakan insanlar vardır.


                                                                                                      Gülümse
                                                                                 Geçmişte kalan sen-bugünü yasayan ben

28 Aralık 2014 Pazar

İçimizdeki Savaş

Her birimizin içinde alfabetik sıraya göre değil de kendi anlayabileceği şekilde yarattığı bir sözlüğü var.
Savaş.
Benim sözlüğümde yer vermeyi hiç istemediğim ama kendini zorla diğerlerinin arasına sokan kelime.
Kelimelerin her farklı anlamı insanı bambaşka yerlere götürürken savaş kelimesinin tüm anlamları beni hep aynı noktaya sürüklüyor.
Diğer türlüsünü yaşamadığımdan belki bilmiyorum ama benim için en zor olanı içimdeki savaş.
Hobbes'un dediği gibi 'herkesin herkese karşı savaşı'dır iç savaş.
İçimdeki tüm yetkili mercilerin hem mağdur hem gazi hem suçlu hem zalim olduğu savaş.
İnsanı en çok yoran, yıpratan,çaresiz hissettiren şey.
Guernica
Uyuşamadığım,kızdığım,kırıp döktüğüm pek çok insan gelip gitti hayatımdan kimisi de geldi ve hiç gitmedi.
Ama ben kimseye yükseltmediğim kadar çok kendime yükselttim sesimi.
Kimseye kapatmadığım kadar çok kendime kapattım kapılarımı.
Modernleşmek olarak algılanan yüksek yüksek binalara ben hep kendimi hapsettim.
Ben en büyük savaşımı kendime karşı verdim.
Vermeye de devam ediyorum.
Korkuyorum.Hayatımın sonuna kadar kendimle savaşmaktan çok korkuyorum.
Her düştükten sonra daha güçlü kalkılamayacağını ben kendime karşı verdiğim savaşlarda yenik düştüğüm zaman anladım.
Her seferinde yerine yenisini koyamayacağımı çok iyi bildiğim bir parçam içimden kopup uzaklaşırken ben arkasından hep baktım.
İnsanın kendi kendine yaptığını kimse yapamıyor.Buna üzülmeli mi sevinmeli mi insan?
Bilmiyorum.
Umutsuzluk diye bir kelime hiç olmasaydı.
İçimizdekileri tarif edecek kelime bulamasaydık.
Belki bu kadar büyütmezdik.
O zaman belki baş etmek daha kolay olurdu.
Hayat, aranızdaki pamuk ipliğini tutma ya da bırakma kararını size bıraktı.
Ama şunu hiç unutmayın,onu sıkıca tutmanızı istemeseydi kendi tarafını çoktan bırakırdı.
'.... olmadan' yaşayamam diye bir şey yok.
'.... için ' yaşıyorum diye de bir şey yok.
'Her şeyim'  kelimesini ağız dolusu söyleyebileceğiniz, içini tam doldurabilecek tek kişi sizden başkası değil.
Yalnızca kendiniz olamadan yaşayamazsınız.
Vazgeçilemeyecek biri varsa o da sizsiniz.
Bugüne kadar kendini yarı yolda bırakan insanlar yarım bile kalamamışlardır.
Bu yüzden oturduğunuz masada barış eli uzattığınız ilk kişi kendiniz olsun.

26 Aralık 2014 Cuma

Kadına özel

Türkçeyi çok severim.
Özellikle deyim ve atasözlerine aşığımdır.
Hele 'dile kolay' nasıl anlatacağımı bilemediklerimin en güzel özetidir.
Dayanmak.
Aşık olmak.
Özlemek.
Mutlu olmak.Söylerken iki kelime.
Dile kolay.
Aslında mutluluk da mutsuzluk da onu istediğimiz kadar var.
Okuduğunuz bir kitaptaki ya da izlediğiniz, o en sevdiğiniz sahnedeki esas kız olma fikri hepinizin ayaklarını zaman zaman yerden kesmiyor mu?
Aşkı için önüne hayatta kalmak ve ölmek gibi iki seçenek çıkmış ve ölümü göze almış birini içselleştirirken gerçekte 'yaşam standardı' adı altında içten içe ölümü göze aldığımız aşktan vazgeçiyoruz.
Mutlu olamamak diye bir şey yok.Cesur olamamak diye bir şey var.
Ayrı dünyalar diye bir şey yok.Dünyaları iç içe geçmiş iki insan var.
Hayatın içinden başka bir hayat yaratıp her ikisini de devam ettirme görevini üstlenen canlılar, koruma içgüdüsünün yarattığı korkaklıkla yaşamak zorunda kalırlar.
Bu onların doğasında vardır.
Bu yüzden aslında kadınlar erkeklere oranla daha korumacı, daha korkaktırlar.
Kadın seçimlerini yapmadan önce dönüp arkasına bakarken erkek yoluna, bakmaksızın, devam eder.
Kadının 'bir adım geride' olduğunun sanılmasının sebebidir bu.
O yüzden çok ağlarız biz.
İçimize attığımız, bir cesaretle yapmak isteyip yapamadığımız her şey için.
Vazgeçtiklerimiz için.
Geride bırakamadıklarımız için.
Bir adım öteye gidemediğimiz için.
Bağımsızlığı tadamadığımız için.
Yılmaz Aslantürk'ün çok sevdiğim bir çıkarımı var sizinle de paylaşayım.
"Bir duyguyu romanlardan okumak, filmlerden izlemek,şarkılardan dinlemek birebir yaşamaktan daha tatmin edicidir.Çünkü hatasızdır.Kötü sürprizler,çirkin detaylar yoktur.Üzerinde uzun uzun düşünülmüştür.Belki de bu yüzden kadınlar roman okumaya ve sanata meraklıdırlar."


24 Aralık 2014 Çarşamba

Kendin ol yeter !

Alaaddin'in cinine inanır mısınız?
Peki size gelip 'bir seçme hakkın var.Hangi üstün gücü istersin?' deselerdi seçiminiz ne olurdu?
Ben görünmez olmak derdim.
Görünmemek iyidir.
İnsan kimsenin onu görmediğini bildiği, öyle sandığı anlarda kendi olur.
Hayat çok perdeli bir tiyatroysa mesela perde araları için herkese görünmez olduğumuz anlar diyebiliriz.
Peki siz kimse sizi izlemiyorken kim oluyorsunuz?
Hayatta en sık kullandığımız cümleyle en nadir kullandığımız cümlenin aslında aynı olması ne tuhaf.
'Bu, benim!'
'Bu benim.'
İnsan 'ben buyum' diyebildiği anları sıklıkla yaşayamıyor hayatta.
Ne kadar inkar etsek de her birimiz, çoğu zaman, başkası varken kendimize yabancılaşıyoruz.
Daha yapmacık daha samimiyetsiz daha çok gülen,aklında olmayan şeylerden bahseden, çok konuşan, hiç dinlemeyen..
Siz karşınızda biri otururken çantanızdan çıkarıp baktığınız aynada hangisiyle göz göze geliyorsunuz?
Genelde karakter tablomuzda masumiyet çizgisi kalabalık ortamlarda minimize olurken içtenlik yalnız kaldığımızda maksimuma ulaşır.
Çok kez birebir yaşamış bir insan olmama rağmen sebebi benim için hala tabu olan bir konudur bu.
Sanırım ruhumuzun üstünden geçirilmiş tam şeffaf olmayan bir tabaka var.
Bu tabakanın tek kapısı var.O da içeriden açılıyor.
Olabildiğince esnek olduğundan bir başkasının kırması, yırtması mümkün değil.
Rengi de sarımsı hatta.
Aradığımız 'ben'e o tabaka kendini belli ettiği anlarda ulaşılamıyor.
Yüzeysellikten kasıt da bu hatta.
Öze dokunamayan o tabakada kalmış insanlara yüzeysel diyoruz.
Yüzeysel diye tabir ettiğimiz bu insan modeli zaman zaman hepimizin kılığına girip aramızda dolaşıyor.
Ve kendisi ne yazık ki yüzde seksen duyma problemi yaşıyor.
Sesini duyamadığından dolayı da vicdanıyla arasında bir iletişim sorunu var.
Dolayısıyla daha acımasız ve daha az dürüst daha çok bencil.
Hayatta kendinize bir şans vermek istiyorsanız öncelikle tabakalarınızdan kurtulun derim ben.
Böylece kendiniz olarak düşünmeye, hissetmeye ve konuşmaya başlayacaksınız.

22 Aralık 2014 Pazartesi

Yükleniyor...

Hayatınızdan birileri taşınırken ya da hayatınıza birileri yerleşirken hiç içinizden bir ses 'bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak' diye fısıldıyor mu ?
Meçhule giden gemiler yüreğinizden kalkarken tüm seferleri iptal edesiniz geliyor mu?
Hayat yolu boyunca makinistliğini üstlendiğiniz trenin bir yerden sonra raydan çıkma ihtimali yol boyunca sizin de içinizi kemiriyor mu ?
Muhtemelen 'bildiğin yoldan şaşma' cümlesini bugüne dek defalarca kullanan her insan gibi siz de aslında şaşmaktan korkanlardansınız.
Gözlerinizi kapattığınızda adım atmadan önce ellerinizle etrafı yoklamak gibi.
Uykunuzda yüksek bir yerden düşüyormuş hissine kapılıp uyanmak gibi.
Ya da uykunuzda boşluğa bastığınızı sanıp irkilmeniz gibi.
Ansızın ne çok şey değişebiliyor hayatta.
Birilerine el sallarken dönüp bakıyor insan içinde oluşan boşluğa.
Mesela ben bu aralar uzun uzun o boşluğa bakıyorum.
Ne yapacağıma dair kararsızlığımla baş başa verip uzun uzun sohbet ediyoruz.
Kendisi iyi bir dinleyicidir.
Benim kararsızlığım bazen en güzel kararım olabiliyor.
O, boşluk sandığım şeyin aslında koca bir dünyaya açıldığını farkedeceğim günü beklediğimi iddia ediyor.
İnanmak istiyorum.
'Ya sandığın gibi olmazsa ?'sorusunu aklıma getirmemek bu aralar kendim için yaptığım en iyi şey galiba.
Belirsizliklerimiz geleceğimizi belirleyebiliyorken her şeyin 'olması gerektiği gibi' olmasını beklemek anlamsız.
Düzene yenik düşmemek adına yeni sürümünüzü indirmeye başlamanın zamanı geldi de geçiyor belki de.
Güncellemeler zaman alır ama hayat kurtarır.



21 Aralık 2014 Pazar

Zaman akıp giderken

Haftalardır kafamda başa sarıp sarıp izlediğim, çok sevdiğim bir filmin dün akşam sonuna geldik.
Kafamın içinde günlerce sürecekmişçesine yaşadığım an su gibi akıp geçti bitti gitti.
Zamanın değişkenliği...
Evden ayrılıp İstanbul'a döndüğüm zamanlar bana zulüm.
O yüzden tatillerimi uzattıkça uzatırım.
Bir haftalık tatiller olur sana bir ay.
Sonrasında bir ay İstanbul'da kalıp evime geri dönerim.
Sorun şu ki İstanbul'da kaldığım süreyle evde kaldığım süre eşit olmasına rağmen evdeki çok daha kısa, eminim ya kısa işte.
'Bu ders bana yıl gibi geldi' cümlesiyle 'eğlenirken zaman su gibi akıp gidiyor' cümlesi arasındaki fark gibi.
İkisinde de yaşanılan 45 dakika olmasına rağmen hissedilen çok başkadır.
Bunun bilimsel açıklamasını bir belgeselde izlemiştim.
Hadi canım oradan demiştim hatta.
Bu beynin zamanı yavaşlatıp hızlandırmasıyla ilgiliymiş.
İnsan tekrar tekrar yaşamak isteyeceği anları neden hızlandırsın ki?
Bir yeteneğim olsaydı da zevk aldığım tüm anlarımı yıl gibi yaşayabilseydim, her saniyesinin keyfini çıkarabilseydim, en ufak ayrıntısını bile kaçırmasaydım.
Teyzem hep bu yaşında kalsa.
Dün geceyi tekrar yaşasak.
Hiç eksilmesek.
Zaman dursa, biz yaşamaya devam etsek.
Bence kablolar yanlış bağlanmış,sistemsel bir hata içindeyiz bir el atabilirsek.

20 Aralık 2014 Cumartesi

Kuşunuz ömürlü olsun

Hayvanları sever misiniz?
Kim sevmez ki.
Peki en sevdiğiniz hayvanı size sorsam cevabınız ne olurdu?
Köpek mi ? Kedi mi? Yoksa bir tavşan mı?
Cevabınız kuş değilse üzgünüm ama kendinizi tanımıyorsunuz demektir.
Aksi takdirde içinizdeki kuşun açıklamasını nasıl yapacaksınız ki?
İçimizde zaman zaman coşup havalanan zaman zaman dizginlemeye çalıştığımız zaman zamansa ölümüne sebep olduğumuz aslında kendi renklerimizde bir kuştan başka bir şey değildir.
Böyle düşünürsek kuşların kedilerden bile daha çok canı olduğunu söyleyebiliriz.
Keza çoğumuzun kuşunun çok kere kafesi tarafından boğularak öldürülüp  her defasında hayata gözlerini yeniden açmışlığı var.
Bu cümledeki kafes de ne yazık ki senden benden bizden başkası değil.
Hayatta başkalarına zarar vermemek adına ne çok katil oluyoruz aslında.
Ama ölen bizim kuşumuz olduğu için sorun değil.
Bizim nasılsa.
'Bizim' 'benim' gibi iyelik eki almış zamirlerden daha ikiyüzlü bir kelime bilmem.
'O benim dokunma!' cümlesiyle 'o benim ya bir şey olmaz'cümlesi arasındaki milyonlarca farkı bulun.
İlkinde bahsedilen şey ne kadar da özel hissederken ikincisi kendini ne önemsiz hissediyordur kim bilir.
Neyse ne diyorduk?
Kuş.
Genelde tüm gün hayalini kurduğunuz yatağınıza yattığınızda uykunuzu kaçıran, kanatlarıyla içinizi gıdıklayıp yorganın altında terlemenize sebep olan kuş.
Çok düşünen insanların kuşlarındaki kanat çırpış sayısı az düşünenlere oranla çok daha fazladır.
Düşünceler kuşun en önemli besin kaynağıdır.
Haliyle beslediğiniz kadar da güçlenir.
Gecenin bir yarısı içindeki kuşla savaşını kaybedip kalemine sarılmış biri olarak söylüyorum; bazen düşünmemek en iyisidir.
Öldürün, hiç ötmesin demiyorum tabi ama bazen görmezden gelmek iyidir.
Umursamadığınızı görünce bir yerden sonra o da illaki uyuyacaktır.

18 Aralık 2014 Perşembe

Morrissey

Nasıl güzel bir gece geçirdim.
Kendimden geçtim.
Nasıl yorgunum.
Göz kapaklarım kapandı kapanacak.
Ama bunu yazmadan yatsaydım unuttuğum her ayrıntısı için kendimi suçlar dururdum.
Morrissey.
Bilir misiniz arkadaşı?
Arkadaş diyorum çünkü kendisi öyle hitap edilmesinden hoşlanıyor.
Saç baş dağınık,düşük omuzlar, bol bir pantolon, olabildiğince iddiasız kahverengi- yakası turuncu bir tshirt.
Gözlerini kapat sadece sesimi duy ve beni gör diyen bir adam.
İstanbul'u şarkılarına konu etmiş bir adam.
Bir insanın sadece sesine aşık olunabileceğini bana öğretmiş olan bir adam bu.
Yaşına başına aldırmadan karşımızda iki saat boyunca mikrofonla dans etti adeta.
Tam bir İngiltere aşığı.
Bizim o çok kullanıp içini dolduramadığımız milliyetçi kavramının ete kemiğe bürünmüş hali kendisi.
Kim olduğuna bakmadan sabırla sahneye atlayıp kendine yapışan genç deli kanlı kızların kendinden kendiliklerinden ayrılmasını bekledi.
Atalarımızın koalaya dayandığına dair çok ciddi şüphelerim var artık.
Hatta inanır mısınız sahneye ellerinden tutup bizzat kendisi çıkardı.
El uzatan kimseyi geri çevirmedi.
Ben bir el mesafesinde değildim ne yazık ki ama olsaydım çıkmak ister miydim?
Sanmıyorum.
Bazı şeyleri uzaktan sevmenin en güzel olduğuna olan inancım bunu Morrissey'e yapamazdı.
Orkestrasıyla arasındaki bağa hayran kaldım.
Bir daha sevdim.
Hepsi tek örnek giyinmiş, yalnızca o farklıydı.
Aynı bir futbol takımını andırıyorlardı karşıdan baktığında.
Farkındalar herhalde ki konser sonunda imzalı top attılar rastgele birine.
Ama şu kadarını söyleyeyim,kendini asla takım kaptanı gibi hissetmiyor diğerlerinin yanında.
Olsa olsa kaleci.
O da belki.
Konser boyunca arkadan videolar döndü durdu.
Sıra 'meat is murder' şarkısına gelince arkadan dönen video tıklım tıklım dolu olan tribünü bir anda dehşete düşürdü.
Gözlerimiz doldu.
'Daha fazla bakamayacağım' cümlesi ve türevleri yükseldi salonda.
Bir yandan içim acırken Morrissey gözümde daha çok daha da çok büyüyordu.
Çünkü oynattığı video hayvanlara yapılan işkencelere dikkat çekmek içindi.
Dünya turnesine çıkmış bir adamın gittiği her yerde bunu yaptığını düşünün.
'First of the gang to die ' ve 'let me kiss you' şarkılarını söylemedi.
Canı sağ olsun.
İstanbul'dan bir Morrissey geçti.
Tadı damağımızda, sesi kulağımızda kaldı.

Keyifli seyirler.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Sabit fikir

Her insan keşfedilmeyi bekleyen ayrı bir ülke gibidir.
Her birinin politikası,dünya görüşü,iklimi,bitki örtüsü bambaşka.
Dışarıdan baktığınızda iç ve dış işlerinde çok sorunlu görünen bir tanesinin içine vize alıp girmeyi başardığınızda sizi beklenmedik sürprizlerle karşılayabilir.
Aslında rengarenk çiçeklerin olduğu kocaman bahçeli geniş evleri, gölgesinde dinlenebileceğiniz ağaçları,üstten baktığınızda dibini görebildiğiniz denizleri olabilir.
İçinize çektiğinizde temiz havası başınızı döndürebilir.
Niye daha önce gelmemişim diyeceğiniz o yere hala gitmeyi aklınıza neden getirmiyorsunuz peki?
Ben cevap vereyim.Çünkü engel olamadığınız ön yargılarınız var.
Çünkü ön yargılarımız varken düşündüklerimizi zannetmekteyiz.
Çünkü her birimiz bize benzemeyenlere zarar verenleri sevme eğilimindeyiz.
Bize benzemesiyle doğru bir insan olması arasındaki bağlantıyı doğru kuramamaktandır bu.
Sırf sizin ilkbaharınız sonbaharınız gibi geçiş mevsimleri yok diyedir.
Orada sadece hep yaz ya da hep kış yaşanıyor diyedir.
Veya hep gece ya da hep gündüz yaşanıyor diye.
Daha da kötüsünü söyleyeyim ön yargıları tarafından kontrol edilen tek kişi siz değilsiniz.
Ne ilksiniz ne de son olacaksınız.
O güzelim evler bahçeler sırf bu yüzden hep boş kalacak belki de.
Burada yaşanmaz dediğimiz yerlerde sırf toparlanıp gitmek zor olduğundan yıllarca nefes alabilmek için çaba sarf ediyoruz.
Alışkanlıklarımızdan vazgeçememek değil derdimiz öylesi daha kolayımıza geldiğinden.
Ne sıkıcıdır aslında o alışılmışlar.
İçimizin çürüdüğünü bile bile de kalmayı sürdürürüz.
Öyle de kararlıyızdır.
İnatçıyızdır.
Şu inat kelimesini hayatımızda gerekli gereksiz her yere yerleştirmemeyi başarabilsek keşke.
Belki o zaman ön yargılarımızı da yıkabilirdik.
Belki o zaman gidilmeye en değecek yerlerden birinde denizi gören, geniş, huzurlu bir ev alırdık.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Son çıkış

Küçüklüğümden beri sahnelere aşığımdır ben.
Ama öyle her sahneye değil.
Tiyatro sahnesine.
Her çıktığımda tüylerim diken diken olur.
Kanatlanırım.
Uçarım.
Bakmayın şimdi hukuk okuyorum.          
Aslında 'ileride kendini nerede görüyorsun?' diye sorsanız, tek cevabım olur.
Bir oyun bitişinde sahne arkadaşlarımla el ele tutuşmuş selam verirken mutluluktan ağlıyorum.
En önde annemle babam, onlar da ağlıyor.
Hemen akabinde beliren fotoğraf ise birbirimizi alkışlıyor oluşumuz.
Bunu sadece hayal etmenin bile beni ne denli heyecanlandırdığını size anlatamam.
En fazla anlatmaya çalışabilirim.
Hayatın dönüm noktasına inanır mısınız?
Ben inanırım.
Hayata ilişik olmayı bırakıp hayatla ilişki kurduğunuz andır dönüm noktanız.
Yani hayatın kenarına iliştirilmiş hissinden kurtulduğunuz an.
Reenkarnasyona inanmıyorum.
Bir tur daha döneyim diyebileceğim fazladan bir jetonum yok.
Öyleyse dilediğimi dilediğim gibi yaşayabileceğim bir başka şansım
olmayacak.
Sizin de öyle.
Şimdi düşünün hayatın sizi savurduğu bahanesine sığınıp nelerden vazgeçtiniz bu zamana kadar?
Hayat bahanelerle çok daha kolay.
İnsanın yapmadığı şeyler için 'çünkü' ile başlayan ya da 'dolayı' ile biten cümleleri olmasının rahatlığını iyi bilirim.
Aslında bahaneleri sebepleştiren de biz değil miyiz? Tıpkı 'elalem' kelimesini hayatımızın odağına yerleştirip, önemli bir kişi haline getirenin biz olduğumuz gibi.
Bırakın herkesin ne dediğini.
Hepsi aslında siz onlara değer verdiğiniz kadar var.
Duymadığınız görmediğiniz konuşmadığınız sürece hepsi sağır dilsiz ve kördür.
Bahaneleri de atın kenara.
Bugün hayatınızın dönüm noktası olsun.
Bugün hayatınızı birileri için kapattığınız o evden çıkarın.
İnsan içine karışsın.
Unutmayın kimse sizden değerli değil.

14 Aralık 2014 Pazar

Zincirin zayıf halkası

Hayat bir seçim zinciri gibi.
Her yolun sonunda sağa mı sola mı gideceğine karar vermekle geçiyor.
Hayat yolu boyunca karşınıza 'o mu? bu mu?' diyecek birileri hep çıkacak.
Ve siz farkında olmadan sizi soktukları o çemberde özgürce yaşadığınızı sanacaksınız.
Karar benim kararım deyip gurur duyacaksınız sizin olmayan kararınızla.
Sonuna dek arkasında olacaksınız.
Dahası kararınız sandığınız şeye saygı duymalarını isteyeceksiniz.
Bir başkasının sizin adınıza tüm seçenekleri elediği, sizi iki seçenekten birine mecbur bıraktığı bir karar nasıl sizin olur ki?
Ben düalist bir insanımdır.
Bana göre siyahla beyazın en güzel hali birlikte oldukları haldir.
Bir insan hem güzel hem çirkin olabilir.
Seçim yapmayı sevmem.
Benim tercihim genelde karşıma çıkan seçeneklerden hiçbiri şıkkını işaretlemek olur.
Bu yüzden çok severim yalnızlığı.
Yalnızlıkla özgürlük ayrılmaz bir ikilidir.
Hatta onlar için yapışık ikiz daha doğru bir tabir bile olabilir.
Hayat boyunca birine bağlı değil de birine bağımlı yaşama fikri beni hep irrite etmiştir.
Ne bir başkası yapmıyor diye istediklerimi yapmaktan ne de kimse gelmiyor diye görmek istediğim yerlerde olma fikrinden vazgeçtim.
Başkalarının kaptanlık ettiği gemilerde 'olsun konuşarak geldik ya ' diyen İpek'e pek rastlayamazsınız.
En fazla aynı yöne doğru yan yana sandallarda gittiklerim olur.
Sandal küçük, belki tek kişilik ama rahat.
Evinizdeymişsiniz hissi verenlerden.
Eğer siz de özgürlüğünüze düşkün bir insansanız kendinize dönüp şöyle bir baktığınızda aslında sizin de cevabınızın çoğu zaman şıklar arasında olmadığını farkedersiniz.
Ve eğer şu an 'evet yaa' diyorsanız kendi kendinize ne mutlu size.
Çünkü tüm engelleri kaldırabilmiş özgürlükle bütünleşmeyi başarmış bir ruha sahipsiniz.
Ruhunu kanatlandırabilmiş insanlar güçlüdür, kolay kolay düşmezler.


13 Aralık 2014 Cumartesi

Son parçayı getirene ödül.

Son zamanlarda hayatımı sorsanız size şöyle derim.
Tam bitecekken son parçasının yok olduğu anlaşılan bir puzzle.
Eksik.
Anlamsız.
Öyle hissediyorum.
Öyle yaşıyorum bugünlerde.
Her parçam öylesine eşsiz ki hangi parçanın eksik olduğunu biliyor olmam yerine yenisini koymaya yetmiyor.
Kaybolan parçanın peşinden gitmekse bazen samanlıkta iğne aramak gibi.
Hem bulsam da eskisi gibi yerine oturacak mı bakalım.
Hadi oturdu diyelim renkleri eski canlılıkta mı hala? Diğerleriyle uyum sağlayabilecek mi eskisi gibi?
Siz olsaydınız neden kayboldu diye mi sorardınız neden kaybettim diye mi?
Ne yalan söyleyeyim ben ikisini de soruyorum.
Yokluğunu ilk farkettiğim anki heyecanım, üzüntümle etrafa saldırıyorum 'neden kayboldu?' diye
Bu uğurda bazen yakıp yıkıyorum hatta.
Sonra sakinleşip kabuğuma çekilince diyorum 'neden kaybettim?'.
Öyle eşsiz öyle bütünleyici öylesine güzeldi ki nasıl olur da kaybederim.
Bu sefer kendimle hesaplaşma sürecim başlıyor.
Günlerce kavga ediyorum içimdeki benle.
Kendimi suçlayabilme cesaretini bulabildiğimdeyse 'evet' diyorum kendime 'senin yüzünden'.
Yanı başındaydı sahip çıksaydın.
Ama bunların hiçbiri eksik parçayı geri getirmeye yetmiyor.
Yüzüme her bakan eksik parçayı hemen farkedecek bir şeyler yapmam lazım diyorum.
Sonra başlıyorum aramaya.
Ben henüz eksik parçayı bulamadım.
Ama 'vazgeçmeye niyetin var mı?' derseniz 'nasıl olsun ki?' derim.
Vazgeçmek beni ben yapan şeylerden vazgeçmek anlamına gelmez mi?
Bir insan kendinden nasıl vazgeçsin.
Kayıp parçalarınız olmadan hayata devam etme fikrine alışmayın.
O halde size çok güzel olduğunuzu söylerlerse doğruları duymuyorsunuz demektir.
İnanmayın.
Kendinizi kandırmayın.
Gitarın akordu olanıyla olmayanı hiç bir olur mu?



12 Aralık 2014 Cuma

Sıradaki parça senin için

Şarkıların hayatımızdaki yerini hangimiz inkar edebilir?
Kimi zaman ruh halimize göre şarkı seçerken kimi zaman da seçtiğimiz şarkılara göre ruh haline bürünüyoruz.
Bloğu açtığım günden beri yazdığım yazılar için hep bir şarkı seçiyorum.
Yazıdaki son cümleye dek başa sarıyorum.
O gün için seçtiğim parça bana ne hissettiriyorsa ona göre şekilleniyor yazım.
Şu an U2'nun 'every breaking wave'i için kalemimden dökülenlerle karşınızdayım.
O nasıl enfes bir ses.
Solist tam anlamıyla sesinden öpülesi bir adamken,müzik içimizde bir yerlerde saklı kalmış cesareti yüreklendiriyor.
Siz siz olun notaların gücünü hafife almayın.
Doğru zamanda önünden geçtiğiniz herhangi bir yerden duyduğunuz doğru müzik sizi kucaklayıp içinizdeki bambaşka bir sizle tanıştırabilir.                                  
Asla olmaz dediğiniz kararlar alıp hiç yapmayacağınız şeyler yapabilirsiniz.  
Etkilendiğiniz bir filmi bir kez de müzikleri olmadan düşünün.
Sizi yine aynı şekilde etkiler miydi?
Skyfall'u Skyfall, Leon'u Leon yapan, içimize işleyen, tam da yerinde yükselen müzikleri değil midir?
Ben bazı anlarıma fon müziği seçerim mesela, daha da unutulmaz olmaları için.
O an içimden onu mırıldanır, anı film karesiymişçesine yaşarım.
Genelde seçtiklerim ansızın karşıma çıkabilecek parçalar olsun ki duyduğumda engelleyemediğim bir gülümseme belirsin yüzümde.
Tam tersini sonrasında 'keşke'diyeceğimi bildiğim anlar için de yaparım.
İçinizde minik bir arşiv yaratmak isterseniz işe hayatınızın en sık kullandığınız rafına bir nota defteri yerleştirmekle başlayın.
Deneyin.
Seveceksiniz.
 U2-Every Breaking Wave

11 Aralık 2014 Perşembe

Kelebek

Yabancı dil önemlidir.
Eğer yabancı diliniz varsa sırtınız yere gelmez.
Bir dil bir insandır.
O zaman bir insan aslında kaç insandır?
Her birimizin aslında kendine özgü bir yabancı(gizli) dili yok mu?
Her birimiz bir şey söylerken aslında başka bir şey söylemiyor muyuz?
Bu durumda amacınıza ulaşmanız için ya çok iyi bir yabancı dil kullanıcısı ya da beden dili kullanıcısı olmalısınız.
Peki insan neden bunu yapar ?
Okuduğum pek çok yerde karşılaştığım gibi bence de bunun birbiriyle iç içe geçmiş iki duyguyla ilgisi var.
Ama bana kalırsa bunlardan ilki öz güven eksikliği ikincisi hırs.
İnsan düşündüğünü direkt olarak söyleyemiyorsa öz güvensizdir.
Söylemek istediklerini açıkça dile getiremeyecek kadar korkaktır.
Ama buna rağmen istediğini yaptırmayı kafaya koyacak kadar da hırslıdır aslında.
İnsan tuhaf bir canlı.
Sevdiğim bir yazarın deyişiyle bir gün kozayı yırtıp aydınlığa çıkacağını bilmeyen bir tırtıl gibidir.
Güneşi göreceğini bilmeden anlık kurtuluşlar için oradan oraya debelenir durur.
Sakin olmasını ondan isteyemezsiniz, anlayamaz, yaşayarak öğrenecektir.
Bu evrede kullandığı dilin de sizinkiyle aynı olmasını bekleyemezsiniz ondan
En fazla daha anlaşılır olmasını isteyebilirsiniz.
Ama büyük ihtimal o karanlıkta kalacağına öyle kafayı takmıştır ki sizi duymayacaktır bile.
Aslında kozayı yırtmanın anlaşılmaktan geçtiğini kavrayamayacaktır.
Bugün kendini sonsuza kadar karanlıkta kalacağına inandırmış minik tırtıllar, size güzel bir haberim var.
Kelebek olduğunuzda kanatlarınız ve birbirinden güzel renkleriniz olacak.

9 Aralık 2014 Salı

Sevgili Soru İşareti

İnsanları bir noktalama işareti olarak tarif etsem her birine soru işareti derim
Aslında hayat sonsuzluk işareti olarak başlar
Hiç bitmeyecekmiş gibi hisseder öyle yaşar insan
O yüzden planlar yapar o yüzden yaşayacaklarını ertelemeyi seçer bazen
Noktayı hep unutur
Nokta sondur
Kimisinin cümlesi satırlarca sürer karmakarışıktır
Kimisinin kısa ve özdür
Kimi bol virgüllüdür
Kimiyse iki noktayı tercih etmiştir hep kendini anlatmakla geçer ömrü
Hepsinin ortak noktası; özneleri ve yüklemleridir
Ben hayatı virgüllü yaşamayı severim
Bol virgüllü bol duygulu
İki virgül arası hayatın yedi renginden birini yaşarım
Bazen kırmızı bazen mavi bazen turuncu bazense mor
Her renk yeni bir tat yeni bir heyecan hayatta
Duyguların başına 'hep' getirdiğinde anlamını yitirir
Hep olan üzüntü de sevinç de aslında yoktur
Hep olan mutluluk samimi değildir
Mutluluk:Denize dalıp nefesin bittikten sonra su yüzüne çıktığında aldığın nefestir
'Dünya varmış' dediğin andır
Üzgünüm ama anlıktır
Ve çoğu kez hayatın içinde o ufacık anları ıskalıyoruz
Noktaya bu kadar yakınken iki virgül arasında zaman kaybetmek niye
Hayatının bu döneminde siyahı yaşayan sevgili soru işareti için rahat olsun, virgülden sonra nokta gelmez cümlen henüz bitmedi
Yarın hepinizin hayatında ünlemli bir gün olsun
Ünlemleri severim bana yaşadığımı hissettirir

8 Aralık 2014 Pazartesi

Merhaba ben İpek

Her gece ikişer dakika arayla beş alarm kurup her sabah onları üç kez ertelerim
Uyanır uyanmaz kendime günün şarkısını seçerim
Tüm gün içimden onu mırıldanırım
Banyoyu hep sabah yaparım dalgalı saçlılar beni anlar
Saçlarımı hep açık bırakırım 
Rüzgarda saçlarımdan gelen şampuan kokusunu çok severim
Şampuanda pembe iyidir
Mavinin her tonuna aşığım
Günde en az üç defa telefonumu yere düşürürüm
Etrafımda biri hapşırdığında 'çok yaşa'demezsem içim rahat etmez
Yine de bazen demem
Güzellik; güçtür gülümseyiş de onun kılıcı
En güzeli annemdir
En sevdiğim gün perşembe
Perşembeleri uykusuz okurken kahve içerim 
Yılmaz Aslantürk'ün Otisabi sonundaki çıkarımlarını dayanamaz en önce okurum
Kahve içiyorsam dayanamaz çikolata alırım
Dayanamayıp yaptığım şeyler oldukça fazladır
Bisküviyi çaya bandırmayı çok severim
Her seferinde içine düşecek mi korkusunu yaşarım
En büyük hayalim Macau Tower'da bungy jumping yapmak
En merak ettiğim şey atladığım anda aklıma ilk ne geleceği
Alışveriş yapmayı sevmem
Alışveriş merkezlerini de sevmem
Hayat denizin kıyısındadır 
İzmir'dir
En sevdiğim koku kahve çekirdekli deniz kokusudur
Sesim güzel değildir
Yine de şarkı söylerim
Hayal kurarım
Yalnız çok kalırım
Severim 
En sevdiğim kitap cümlesi "Kendi inşa ettiğimiz hapishanelerde yaşıyoruz; adına ev, aile ,akrabalar,töreler diyerek.Sonra bu duvarların arasında boğulup,çıldırıyor ama yıkılmasın diye de uğruna hayatımızı siper ediyoruz"
En etkilendiğim kitap cümlesi "Seni seviyorum.Deli gibi değil gayet aklı başında olarak seviyorum"
Umarım aklı başında olarak sevebiliyorsunuzdur
Merhaba ben İpek