18 Kasım 2015 Çarşamba

Küçük Kara Balık

Fotoğraftaki kadını tanıyor musunuz?
Bu kadın istisnasız her sabah beşte kalkıp öğrencileri için dersine çalışan bir öğretmen.
Bu kadın, üzerine çullanan her şeyi dürüp büküp sandıklara kapatabilmiş,elinin tozunu silkip yoluna devam edebilmiş güçlü bir kadın.
Bu kadın, zamanın üzerine diktiği bencillik zırhını kenara bırakıp çocuklarına sarılmış bir anne.
Bu kadın, karşılıksız yapılan iyiliklerle tanışmama vesile olmuş bir arkadaş.
Nefessiz kalıp sınandığım anların hepsinde hayatla arama hendekler kazabilmek için kürekler kuşanmış bir kardeş.
Bu kadın, her seferinde mucizelerinden birini daha gerçekleştirip küllerinden doğabilmiş bir evlat.
Bu kadın, benim şu hayattaki en büyük gurur kaynağım.
Bu kadının kolları benim ilk evim.
Bu kadın benim annem.
Annem.
Benim bile kendime inanmayı bıraktığım anlarda bana inanmaktan asla vazgeçmeyen tek insan.
Ben, bugüne dek düşüyorum dediğim zamanların hepsinde kendimi onun kollarında buldum.
Beni yakaladığı anların hepsinde kulağıma yumuşacık sesiyle "yanındayım" dedi.
Güven duygusu ile tam da bu anlardan birinde el sıkıştım.
Vitrinine dizdiği tüm güzel duyguları tek tek üzerime giydirdi.
Aynaya her baktığımda bir öncekinden çok daha güzel görünüyordum.
Bazen üzerime göre olmadığı da oldu.
İstemiyorum diye direttim de zaman zaman.
Ağladım zırladım da hatta.
Öyle zamanlarda iğneyi ipliği eline alıp tam bana göre olmasını sağlamasaydı bugünkü İpek olamazdım.
Bilmem, belki vitrin camların olmadan bile bu kadar güzel görünüyor olmasaydın seni kırmak bu kadar kolay olmazdı.
O camları indirdikten sonra bile cevabını susarak vermeseydin belki de şefkat duygusuyla hiç tanışamazdım.
Hayatla aramdaki şeffaf cam olmasaydın muhtemelen çoktan kırılırdım.
Akvaryumunda beni özgürce yüzdürmeseydin bugün ters dönmüş bir balık olurdum belki de.
Senin gibi bir akvaryum olana dek senin balığın olarak kalacağım.
O gün geldiğinde tek dileğim balıklarımı özgürce yüzdürebilmek olacak.
İyi ki doğdun canımın içi.
Seni çok seviyorum ve çok özlüyorum.



.

24 Ekim 2015 Cumartesi

Neden ?

Konduğu kalıbın şeklini alabilecek bir kıvamdayken çivi kalıbına beni önce doldurup sonra orada olmamın hesabını sorduklarında neden 'senin yüzünden' diyemedim ki ?
Diğerlerine söktürülecek bir çivi olmak istiyor muydum bakalım ben.
Ya da beni bir çivi yapıp vura kıra kendine çakmaya çalışan insanlara, canlarını yakmamak için, neden batmamaya çalışıyorum ki hala ?
Neyse ne diyordum.
Ha evet, portatif bir nesneye dönüştüğünüz gün 'ben bu değilim' demek yerine 'ben bu olmayacağım' deyin ve doldurulduğunuz şey her ne idiyse ondan kurtulmayı deneyin.
Ben öyle yapıyorum...


18 Ekim 2015 Pazar

Bunları yüz yüzeyken konuşuruz.

Bir sabah uyanıyorsun ve gecesinde sırayla dizdiğin düşünceleri hangi rafa koyduğunu unutuyorsun.
Hayatının bıraktığın yerde olmadığını görüyorsun.
Şaşırmıyorsun.
Zaten bir süredir durum buydu deyip mutfağa doğru ilerliyorsun.
Kapıları kapatırken kimse duymasın,uyanmasın istiyorsun.
Senin onları düşündüğün kadar olmasa da onlar da seni düşünsün istiyorsun.
Her şey mi karşılıklı diye cevap veriyorsun kendine.
Değersiz hissediyorum niye anlamıyorsun diye karşılıyor sorunu diğer sen.
Mutfağa girip balkon kapısını açıyorsun.
Sabahın bu saatinde sevmediğin pazar yüzüne güzel güzel esiyor.
Kaynamaktan neredeyse tüm suyu buharlaşmış olan çaydanlıktan bir bardak alıyorsun kendin için.
Tek şekeri bardak altlığına yerleştirip çıkıyorsun mutfaktan.
Bir ara ellerin titreyince çay, altlığa dökülüyor.
Şekerin çayı yavaş yavaş içişini izliyorsun.
Dokunduğunda elinde kalacağını bile bile dokunuyorsun şekere.
Karşıdan en az onun kadar sert göründüğünü bilerek kendini ona benzetiyorsun.
Dokunanın elinde kalacağını biliyorsun.
Belki de bu yüzden kimse dokunmasın istiyorsun.
Bu yüzden kaçıyorsun pek çok şeyden.
Otobüste arkalara doğru ilerlemenin sebebi bu belki de.
Muhtemelen kulaklıkla tanışıklığın da buradan geliyor.
Kimsenin sıcaklığında erimek istemediğin için hep serin yerlerde tutuyorsun kendini.
Bir kez erimeye başlayınca dağıldığını biliyorsun çünkü.
Yaşayarak öğrendin.
Yapışıp kaldığın parmakların sahibi,diğer parmaklarıyla senden kurtulmaya çalıştıkça diğer parmaklarına da bulaşacaksın.
Evet bulaşacaksın.
Sonra ne mi olacak?Suda akıp gidecek parçaların.
Yarım kalacaksın.
Geri gelsin isteyeceksin.
Kendine geldiğinde çayın soğumuş olacak.
Neyse bunlar acıklı konular, yüz yüzeyken konuşuruz diyeceksin.


Yüzyüzeyken Konuşuruz - Ateş Edecek Misin ?


20 Eylül 2015 Pazar

Zaten her eylül yağmur yağar.

Geçen bir sene boyunca ağladım, güldüm, konuştum, dayanamadım, sustum, saçtım, savurdum, yakaladım,sevdim,sevildim,inandım,güvendim,düştüm,kaldırıldım,yaktım,yandım,coştum,kalktım,dibine darı da ektim üstün körü de geçtim,mükemmeli isteyip yığınla hata yaptım,dans ettim,şarkılar söyledim,havalara da uçtum dibe de vurdum,yetmedi ağladım da.
'Ağladım'ı söylemiştim,biliyorum.
Sonuç ne mi oldu?
Yine aynı tarihte yine aynı yerde oturup insanları izlerken buldum kendimi.
Sanki geçen bir yıl hiç yaşanmamış gibiydi.
Hayat beni geçen sene tam da bu zamanlarda o pervazdan geri bırakmak üzere alıp koltuğuna oturtmuştu.
Geçtiğim duraklarda bıraktığım insanları gördüm.
Her durakta oturan bir başka İpek vardı.
Bıraktığım gibi değildi.
Eskisi kadar gelmiyordu artık hiçbir şey.
Ne iyisi ne kötüsü.
Bir durakta daha indim nisanın güzel bir gününde.
Bir İpek'i daha orada bırakıp geri döndüm otobüsüme.
Ondan ayrılırken uçmak için kimsenin kanatlarına ihtiyacı olmadığını söyledim.
Ve şimdilerde hayatın sürprizlerle dolu otobüsünden inme vaktim bir kez daha geldi işte..
Aldığı gibi bıraktı beni, tıpkı söz verdiği gibi.
Sözünü tutmasın istediğim bir anda inatla sözünün arkasında durmaya çalışan bir hayata daha fazla direnemiyor insan.
Böyle olacağı belliydi.
Sonuçta her eylül yağmur yağar.
Her eylül iç çekilir.
Her eylül hırka kolları çekiştirilir.
Hırkalarımla birlikte geçen kış naftalinleyip kaldırdığım her şeyi bir bir indirdim raflardan.
'Benim buyum da varmış' demedim hiç.
Neyi üzerimden çıkarıp rafa kaldırdığımı da şimdilerde ne zaman ne giymem gerektiğini de unutmamışım.
Kutuplardan basık bir dünyanın köşeleri olmayan bir hayatına iliştirildikten 22 sonra anlıyorum ki her son bir başlangıç değilmiş.
Her başlangıç da bir son değilmiş.
Her anım hem başlangıcım hem sonummuş...

14 Eylül 2015 Pazartesi

Sen hiç sessizce çığlık atabildin mi?

Yağmurun göğü delip,İstanbul'u yavaşça kışın kollarına bıraktığı bir cumartesi gününde toprak kokusunu duyabileyim diye attım kendimi dışarıya.
Yağmur damlalarının şemsiyemin üzerine düştüğü anki sesi duyabilmek için ilk otobüse binmeyip ikinciyi bekledim.
Bindiğim otobüste biraz ayakta gittikten sonra en arkada boşalan yerlerden birine istemeye istemeye oturdum.
İstemememin sebebi ise karşılıklı olarak konmuş koltukların boş oluşuydu.
Tanımadığım insanlarla bir yerde, birazdan kahvemiz gelecekmiş edasıyla, oturmaktan ben de en az herkes kadar hazzetmiyorum elbette.
İlerledikçe dolup boşalan sonra tekrar dolup tekrar boşalan otobüse yirmili yaşlarının sonu otuzlarının başı görünümlü,kirli sakallı bir adam bindi ve tam karşıma oturdu.
O ana kadar önüme bakarak geçirdiğim yolu pencereye vuran damlaları seyrederek geçirmeye başladım.
Ardından bir ses duyuldu ve herkes aynı anda aynı yöne dönüverdi.
Otobüsün ön kısmında oturan bir çift,seslerinin desibelini ayarlayamadıkları anlar yaşıyorlardı.
Olur öyle şeyler deyip kulaklığımı taktım.
Damlaların tek tek sönüşü ilgimi çekmeye devam ediyordu.
Bir süre sonra karşımda oturan adamın ısrarla dönüp dönüp onlara bakmaya devam ettiğini fark ettim.
Gözlerimi devirdim ama öylesine meşguldü ki beni görmedi bile.
Tam bu sırada otobüse yaşları hemen hemen benimle aynı olan bir çift daha bindi ve biri yanıma diğeri de karşıda boş kalan son koltuğa oturdu.
Ve dördümüz başladık kahvelerimizi beklemeye.
Sonrasında kulaklığım takılı olmasına rağmen yalnızca son gelen çifti duyabildiğimi ama bilmediğim bir dilde konuştuklarını fark ettim.
Daha önce bilmediğim hiçbir dilin bu kadar anlamlı olmadığına çoktan karar vermiştim.
Belki de bağıra bağıra konuşuyorlardı yine de kimse onları duymuyordu.
Hayatımda hiç bu kadar 'ağzından çıkanı kulağı duyan' bir insan görmemiştim.
Bir anlık sinirle her şeyi mahvetme ihtimali benimkinden çok daha azdı,ne kadar da şanslıydı.
Beden dilinin gerçekten her şeyi anlatabildiğine,yanağına uzanmış sıcacık bir elin böylesine anlamlı olabildiğine ilk kez tanık oluyordum.
Tam karşımda oturan adamsa öne doğru başını çevirmekten boynu ağrımış olacak ki parmaklarıyla bir iki kez ensesini sıktı.Ve izlenecek yeni bir şey bulmanın heyecanıyla yandakilerin ellerine bakıyor,anlamaya çalışıyordu.
Bir süre sonra gözü alışır,vazgeçer dedim ama vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yoktu.
Gittikçe rahatsız edici bir hal alıyordu durum.
Göz ucuyla yandakilere bakıp nabız ölçtüğüm her saniye üzgün daha çok kırgın rüzgarlar esiyordu yüzüme yüzüme.
Daha fazla dayanamayıp adamın ilgisini çekebilmek için çantamı yere attım,düşmüş gibi yaptım.
Öksürüyormuş gibi yaptım.
Ayağımı yere 'yeter be' diyormuş gibi vurdum.
Dikkatini en fazla beş saniye çekmeyi başarıyordum her seferinde.
Sonra ne mi oldu?
Aklıma daha iyi bir fikir geldi ve çok yakın bir arkadaşımı,kısa bir mesaj attıktan sonra,aradım.
Sanki sevgilimmiş gibi telefonda kavga ettim onunla.
'Neredesin sen!' diye başlayan konuşmamın arasında geçirdiğim 'başkalarının eksikleriyle uğraşmaktan kendine bakmayı denemiyorsun bile' cümlesini tam karşıma bakarak söyledim.
Ve başarmıştım.
Artık tüm ilgi benim üzerimdeydi, yan taraftakileri çoktan unutmuştu.
Tekrar göz ucuyla yan tarafıma bakıp her şeyin az öncekinden daha normal olduğunu fark edince kapatmadım telefonu yolun sonuna dek ona istediği malzemeyi verdim.
Gözlerinin içine bakıp telefona söylediklerimi üzerine alınmış gibi durmuyordu.
Yine de içimi dökmüş,dişlerimi sıkmaktan kurtulmuştum.
'Bu bakışlara onları maruz bıraktığın her dakika ÖZÜRsüzdün ve bundan gocunmak yerine her seferinde bakıp bakıp şükretmeyi seçtin.Acımasızsın insanoğlu' diye geçirdim içimden.
Otobüsten indiğimde midem bulanıyordu.
Biraz deniz havası iyi geldi...



7 Eylül 2015 Pazartesi

Bir yürek en fazla kaç yerinden dağlanabilir?

Gece 01.00 oluyor 02.00 oluyor.
Işıklar sönüyor tek tek.
Bir evin ışıkları hiç sönmüyor.
O evde çalan her telefonla ağza geliyor yürekler.
Zaman duruyor.
Fotoğraflar kalıyor.
Hayatını önüne alıp götürüyor birileri.
Yalnızca arkasından bakabiliyor hayatının.
Bundan sonra hayatına kaldığı yerden devam edebilmeyi umuyor yalnızca.
'Bir gün' ile başlayan cümleler kuruyor.
Sonra açıyor televizyonu ve 'beş hayatım olsa beşini de veririm' diye konuşurken ayakkabıları parlayan birilerini görüyor.
Midesi bulanıyor.
Kanalı değiştiriyor.
Başka bir eve düşen yıldırımın şiddetine seyirci oluyor.
O eve gelen haber kurşunuyla kaç hayatın titreyerek can verdiğine bakıyor.
Midesi bulanıyor.
Bir yüreğin en fazla kaç yerinden dağlanabileceğini düşünüyor.
İnsanlık dedikleri bu canlının gerçekte kaç canı olduğunu düşünüyor.
Her gün başka bir haberle ölümünü ilan ettiklerine göre insanlık için ölümün hayal olduğuna uyanıyor.
Ölüm olsaydı sonunda belki onu yaralarken tokatları bu kadar bol savurmazdık,kıyamazdık diye düşünüyor.
'...dık' diyor.
Suçlayamıyor.
'Birilerine mecbur olmak' takıveriyor eline kelepçeyi.
Ve mecburiyet zorla konuşturmaya başlıyor onu.
Sol yanındakilerin üstünü beyazla örtüp 'vatan sağ olsun' diyor.
Ayakkabıları parlayan başka bir adam geliyor sonra, sırtını sıvazlıyor.
'Benim de tek isteğim vatan için canımı vermek,çok şanslısın' diyor asla af dilemeyen bir ses tonuyla.
Tam bunu derken üstlerinde beliren buluttan yağmur yağmaya başlıyor.
'Islanıyorum' diyerek uzaklaşıyor oradan.
Titreyerek uyanıyor uykusundan.
Hiçbir şeyin rüya olmadığını anlıyor...

3 Eylül 2015 Perşembe

Bırak sızsın çatlaklarından kusurların.

Bu sabaha Nil Karaibrahimgil'in Hürriyet yazısını okuyarak başladım.
Bugünkü yazısında Judith Malika Liberman'ın Masal Terapi kitabından bir masal anlatmış Nil.
Masalın sonuna geldiğimde dirseksiz kolumun ucundaki lokmayı bugünlerde yanımdakine uzatmakta çok başarılı olamadığımı fark ettim.
Sonra bu kitabı anneler gününde anneme hediye ettiğimi hatırladım.
Hemen rafları karıştırıp kitabı buldum.
Rastgele bir sayfasını açıp masalımı okumaya başladım.
Benim masalımın adı 'Sucu ve Çatlak Testi'.
Masal, geçinmek için uzak bir nehirden her gün kasabaya su taşıyan bir sucu ile başlıyor.
Bu sucunun taşırken kullandığı testilerinden biri yepyeniyken diğeri eskimiş ve artık çatlaklarından su sızdırır hale gelmiş.
Gel zaman git zaman işini layıkıyla yapamamanın verdiği burukluk testinin canına tak etmiş ve dile gelmiş.
Sucuya kendine yeni bir testi almasını,doldurduğu suyun yarısının yollarda döküldüğünü,kendi kusurları yüzünden her gün iki kat fazla çalışmak zorunda kaldığını söylemiş.
'Ah! Sen kendin hakkında böyle mi düşünüyorsun' demiş sucu.
Madem düşüncen bu sana bir şey göstereceğim demiş ardından.
Ve ertesi gün iki testiyi de doldurup her zaman yaptığı gibi birini sopanın sağına çatlak olanı da soluna takan sucu patikanın sağını işaret ederek sormuş:"Ne görüyorsun,söyle"
Testi cevaplamış:"Toz,toprak,taşlar görüyorum."
Bunu duyan sucu sol tarafı göstererek sormuş:"Peki bu tarafta ne görüyorsun?"
Testi cevaplamış:"Ah,bu tarafta çimen,yabani otlar ve çiçekler var."
"Evet" demiş sucu,"bu güzelliği her gün patikanın bir tarafına su damlatarak sen yarattın.Toprağın susuzluğunu giderdin,tohumlara can,çiçeklere hayat verdin.Her hafta karıma bu patikadan çiçek toplayıp götürüyorum.Evime renk,huzur,aşk verdin.Evet çatlak testi,su taşımak konusunda yeterli olmayabilirsin ama suyunu fark etmeden toprakla paylaşarak hayatı benim için daha yaşanılası kılıyorsun."demiş.
Masalın sonunda aslında hepimizin bir şekilde çatlak birer testi olduğunu ve mükemmelliğin ulaşılması mümkün olmayan bir hedef olduğunu fark ettim.
İnsanın 'kusur'dediği çatlakları aslında onu biricik yapan şeyler değil mi?
Mükemmeli isteyip çatlakları örtbas etmeye çalışmak belki de dünyanın en yorucu işi.
Çok yoruldum oradan biliyorum.
Hem ne diyor Leonard Cohen Anthem şarkısında:"Bir çatlak var her şeyde,ışık işte böyle girer içeriye."

Leonard Cohen-Anthem
Nil Karaibrahimgil

28 Ağustos 2015 Cuma

Dil vejetaryeni oldum.

Saat yedi olmadan yetişmem gerekiyordu.
Fakat yolun ortasında o eski ama değilmiş gibi yapan binanın önünde çakılı kaldım.
Ayaklarım yere dünyanın işini en iyi yapan yapıştırıcısıyla yapıştırılmış gibiydi.
O binanın önünde bana bakan gözlerle gözlerimi buluşturmayalı yıllar olmuştu.
Yıllarca rahatlıkla girip çıkabildiğim, hatta kızı gibi hissettiğim o evin alnı kırışmış,saçları kırlaşmış sahibiydi.
Gözlerine bakınca o küçük kız oluverdim bir anda.
Bir farkla..
Artık o gözler beni kucaklamıyor yalnızca benimle selamlaşıyorlardı.
Bir zamanlar içlerini kavanoz yapıp akıttığım sevgim zamanla buhar olmuş kapaktan sızmıştı belli ki.
İçim burkuldu.
Ne zaman hüzünlensem içimde kopan fırtınaların sesi ağzımdan yüksek çıkmaya başlar,beni tanıyanlar iyi bilir.
Beni tanıyordu ama bunu bilmiyordu.
Öyleyse tanımıyordu beni yalnızca biliyordu artık.
Çocukluğumu biliyordu.
Saçlarımı gergince topladığımı biliyordu mesela.
Artık neden toplamadığımı bilmiyordu.
En sevdiğim dersin matematik olduğunu ama kompozisyon yazmayı hepsinden çok sevdiğimi biliyordu.
Bugünlerde ara ara özleyip matematik soruları çözdüğümü bilmiyordu.
Sınıf başkanı olduğumu, herkes sussun diye kafadan oyunlar uydurduğumu biliyordu.
Feministliğimin ayak seslerini ilk o duymuştu mesela.
Aklımdan geçenlerin hepsine bir eşittir koyup 'peki şimdi neden..' ile başlayan cümleler dilimin ucuna gelmişti ki tuttum hemen dilimi.
Tam ucundaydı halbuki.Hazırdı söyleyeceklerim.
Ama biliyordum söyleyeceklerim gündüz rahatlatacak gece uyutmayacak bir ilaç gibiydi.
Öyle mi düşünür böyle mi düşünmüştürlerin eli dipsiz bir kuyunun ortanca katı gibidir.
Bir kez düşmeye görsün insan.
En alt katı ise dedikodudur.
Bir yerde okudum daha yeni.İnsan dedikodu yaparken bir çöpü hem kapının önüne hem de evinin içine bırakır gibi düşünmeliymiş.
Ne güzel benzetme.
Konuyu değiştirdim bende.
Havadan sudan bahsettim biraz.
Hafif hafif gülümsedim anlattıklarına.
Sonra acelem olduğunu,gitmem gerektiğini bacaklarımın kıpırdanışından anladı.
İyi bak kendine dedi.Söz verdim.
Yürüdüm hızlı adımlarla.
Dilimi tuttuğum bir gündü ve ben ruhumu hafiflettim.

27 Ağustos 2015 Perşembe

Korkmaktan korkma

'Benimki ne kadar?' diye sordu birkaç parça aldığı şeyi göstererek.
Gözlerimin önünde büyüyüverdi bir anda.
Ne kadar da annemsi bir sözdü.
Bazen size de olmuyor mu?
Bazı cümleler baştan aşağıya dikilmiş bir elbise gibi giydiriliveriyor insana.
Her gün biraz daha yapışıyor üstüne o elbise.
Ne zaman duysam o geliyor aklıma.
Sonra yürüdük biraz daha.
Yüreğinden öpüp uğurladım onu köşenin birinden.
Yavaş yavaş yolda ilerlerken o veya bu şekilde hayatımı alıp karşısına oturtan ve ciddi bir konuşma yapan insanları düşündüm.
Hayatın aslında tek diş fırçalı ama çift terlikli bir ev olduğunu hayal ettim.
Kimseye 'bugün yatıya kalır mısın?' demediğimi fark ettim.
Meğer ben hep 'yatıya kalsana'daki samimiyetten korkmuşum.
Ama yine de bazen hayatım birilerinin evinde gecenin geç saatlerinde terliklerle dans etmiş.
Belki hiçbir terlik tam ayağına oturmadığı için yerini yadırgadı.
Belki terlikle gezmeyi zaten sevmezdi.
Belki de bunların hepsi birer bahaneydi.
Öyle ya da böyle hayatım birilerinin evinde kalmış olsa da hep benim yanımda uykuya daldı.
Uyurken ne kadar da savunmasız olduğunu kimse görmesin diye ona söz geçirebilmeyi öğrendim zamanla.
Uyumadan önce bazen saatlerce karşılıklı oturup aramıza büyük büyük hendekler açtık.
Hayatıma uzaktan baktığımda yaşarken fark edemediğim ne çok şeyi fark ediyordum, şaşırdım.
Yanı başında büyüdükçe büyüyen şeyler uzaktan bakıldığında ne kadar da küçüktü.
Bende miydi sorun yoksa uzaktan bakabilenlerde miydi?
Bunun cevabını kendime veremedim.
Belki de bir kez daha kendime karşı dürüst olmak korkuttu beni.
'Korkmaktan korkma!' yazıyordu geçenlerde okuduğum bir dergide.
Bu sorunun cevabını kendinize verebiliyorsanız siz de affedebilmişsiniz belli ki.
Hem kendinizi,hem hepsini...

16 Ağustos 2015 Pazar

Atı alıp Üsküdar yolunda kaybolanlara.

Bir ata bindi ve hızla ilerlemeye başladı...
Hikayenin ilk cümlesi hep buydu.
Bazen sıkıca tutunduk bazen altımızdan kayıp gitti,kolumuzu kanadımızı kırdı.
Bazen ipler elimizdeydi,bazen ellerimizi havaya kaldırıp yer çekimi gerçeğini unutmak istedik.
Sonuçta hepimiz kendimizi zamanın kollarına amansızca bıraktık.
'Yok efendim ben hiçbir yere gitmiyorum'dediğimiz zamanlar da oldu.
Oldu olmasına da sonrasında zamanı yakalamak için daha çok daha da çok yorulduk.
O anların sonunda hep bir günde on yaş büyümenin nasıl bir duygu olduğunu anladık.
Amansız bir hastalık,eşsiz bir ilaç gibiydi.
Tıpkı hayatımdaki bazı insanlar gibi.
Ne yaparsam yapayım durduramadığım o at bazen beni ayaklarının altına alıp çifteler atıyormuş gibi hissediyorum.
Sebebi 'bir gün için değer mi...' ile başlayan cümlelerimdeki bir günlerin aslında beni inşa ediyor oluşuymuş.
'Bir gün için değermiş İpek' diyorum şimdilerde.
Çünkü o bir gün dediğim zaman dilimi birilerinin hayatına mürekkep olabiliyormuş.
O mürekkeple yazan eller bir şeylerin ters gittiğini anlayıp U dönüşüyle tanışabiliyormuş.
Mesela ben o gün kendi doğrularım için arkamı dönüp gitmemiş olsaydım çok başka bir yerde çok başka bir zamanda mürekkeplerimiz yeniden birbirine karışabilirdi.
'Çok geç'in aceleci olmayan anlamıyla da bu kadar erken tanışmazdım belki o zaman.
Belki...
Hayatımda duyduğum en üzücü kelime...
Bir de türevi var.Keşke...
'Keşke' ile başlayan cümleler duymak istemediğin için geçmişte 'belki' ile başlayanlarına razı oluyorsun.
Hayatın dönüm noktasını at dört nala koşarken bulmaya çalışıyorsun.
Dönenlere rağmen hala ilerliyor oluşun umutsuzluğun kenarına oturtuyor seni.
'Büyüyünce anlarsın' denen şeyleri anlamamaya devam ediyorsun.
'İleride düzelir, biz de öyleydik' diyenlere rağmen düzelen bir şey olmadığını görüyorsun.
İçin sıkılıyor.
O elbiseyi almadığına pişman oluyorsun.
Tekrar gittiğinde kalmadığını görüyorsun.
Tıpkı elini geçmişte bıraktığın insanlar gibi.
Kalmadığını görünce hırçınlaşıyorsun.
Bu arada aldığın yeni elbiseler ise sana çok yakışıyor.
Bir zaman sonra gözünün dönüşüne de onları yırtıp atışına da anlam veremiyorlar.
Giriş,gelişmeye değil de herkes gibi sonuca bakıyorlar.
Alçak sesle söylenen 'şunun şuyu da şöyleymiş' cümleleri farklı ses tonlarından duyulmaya başlıyor.
Kulak tıkıyorsun.
Ya da yalnızca '..mış gibi'yapıyorsun.
Böyle böyle insanların acımasız yüzüyle tanışıyorsun.
'Büyüyorum' diyorsun.
Atını sürerken önündekilere 'çekil yolumdan'demeyi öğreniyorsun.
Öğretiyorsun...

2 Ağustos 2015 Pazar

Senin için

Cevapsız kalırdı...
Özellikle çocukluğumda sorduğum 'neden' ile başlayan sorularım..
Bugünlerde yeni yeni o soruların cevapsız kalışına anlam verebiliyorum.
Cevapsız kalıyordu çünkü gördüklerim bir sorunun sebebi değil zaten cevabıydı.
Mesela, şimdilerde o kızı ne zaman görsem 'neden' ile başlayan tüm sorularıma on sekizli yaşları cevap veriyor.
Bundan bilmem kaç yıl öncesine ait dikdörtgen bir masada ders çalışırken beliriveriyor hafızamda.
Daha o zamanlarda, kaleminin ucuyla tahta masaya seri vuruşlar gerçekleştirirken bir balondan bir de uzaklardan bahsederdi.
"Uçsam" derdi.
Aradan yıllar geçti ve ben bugün o balonun tek kişilik olduğunu anladım.
O evden yalnızca ceplerine sabır doldurduğu ceketini alıp çıkmadığını fark ettim.
Boğazına düğüm olan her şeyi birleştirip omuzlarına halat yapmıştı.
O halat her adımında ağırlaşıyor ve kamburu oluyordu.
Ona baktığımı fark etmediği anların birinde gözlerini kırpmadan,tek bir ana odaklanmışken, tırnaklarını kemiriyordu.
O an 'ruhu kaygan bir mermer olanlardan olsaydın keşke sen de' diye geçirdim içimden.
O zaman ellerimle üzerine dökülen nefreti de silme şansım olurdu belki tıpkı kırılıp dökülen diğer şeyler gibi..
Oysa sen de süngerleşenlerdendin işte...
Gözlerinden belliydi.
Ruhunun makineden çıkartılıp kurumaya askıda bırakılmasına gönlün razı olmadığı için bugün şefkatle yıkanıp sevgiyle kurutulmayı bekliyorsun.
Bilmem, belki bu yazıyı okuyorsun.
Belki de senden bahsettiğimi anlıyorsun.
Belki aklının ucundan bile geçmezken içimden geçenlere tanık olup şaşırıyorsun.
Belki daldığın kara delikte beliren bir el olurum belki de kaybolurum.
Kim bilir...

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Senin için

Her şey basit bir dokunuşla başladı aslında.
Sol kulağının arka tarafına, saçlarının arasına gizlenmiş bölmeden takılan ufacık bir parçandı bugün her şeyin sebebi.
Bugün de tıpkı dün gibi uzaklara daldığın anlarda aklına gelenleri, o ufacık şeyin içindekileri, insanlara anlatmayı ve rahatlamayı denemedin.
Oysa kablosunu çekmecenin derinliklerinde kaybetmediğin belki de tek hafıza kartıydı aklının içindeki.
Bir çırpıda ağzından çıkıp, boğazında kalan yumruyu midene yuvarlayıverecekken bu sefer neden kapıların arkasında duvarları yumrukladın bilmiyorum.
Aslına bakarsan bugünlerde etrafındaki çoğu kişi senden farklı değil.
Sen bugün 'neden ben' ile başlayan cümlelerinin sonuna soru işareti koymazken 'artık dayanamıyorum'la başlayan ama sonu gelmeyen cümleler kurdu pek çok kişi senden habersiz.
Bakma,aslında seninle birbirimize çok benziyoruz.
Tek istediğimiz hayata dair her uyandığımız sabahta galerimize bir fotoğraf karesi daha ekleyebilmek.
Tek derdimiz ise tam o kareyi yakalamışken 'hafıza dolu,lütfen bir şeyler siliniz' uyarısıyla karşılaşıyor olmamız.
Her seferinde sonunu bile bile galeriye tekrar girip 'hangi insanın hissettirdiklerinden silsem yer açılır?' sorusunu kendimize sormamız.
'Bu olmaz,bu da olmaz' derken hiçbirini silmeyi göze alamadığımız gerçeğinin geçmişle yaşıyor oluşumuz gerçeği ile kesişim kümesi oluşturup bizi yutuvermesi.
Tüm bunlara rağmen sen de farkında mısın ayakların daha sağlam yere basıyor artık.
Çok çabuk devre dışı kalmamak için uçuş modunu kapatırken ekran parlaklığını da azaltmışsın sanki hayatın.
Bazı şeyleri görmemek,duymamak artık ruhuna daha iyi geliyor gibi,göz görmeyince gönül katlanıyor.
Büyüyorsun galiba.
Tıpkı herkes gibi...
Yaşarken fark edemediğin şeylere uzaktan bakıyorsun şimdi.
Ve fark ediyorsun.
Hayatını uzaktan izlerken boşluğa attığın her adım şimdilerde sana bir basamak oluyor ve sen hayallerine doğru çıkıyorsun.
Tıpkı benim gibi...


8 Temmuz 2015 Çarşamba

İyi ki geldiniz

Uyandım ve her sabah yaptığımı yaptım.
Tutunamayanlardan bana kalan o güzel cümleyi kurdum.
Güzel bir gün ve ben yaşıyorum.
Erken ayan günlerimde daha zinde daha enerjik oluyorum.
Hele de geçmişin güzel yıllarından çıkıp gelecek bir misafir varsa balla kaymak oluyor sabahlarım.
Misafir de denemez aslında.
İnsanlardan elimi eteğimi çektiğim zamanlarda elini üzerimden çekmeyerek dış hayatla bağımı kuran,'yokluğu' kavramı içime sinmeyen o güzel gözlü kız hayatıma olmadığı gibi evime de misafir değildi elbette.
Kalktım.Kendime sade bir kahve yaptım.
Perdeyi hafifçe aralamakla kalmayıp pencereyi açtım.
Baharın güzel kokusu kapıda bekleyen sabırsız bir çocuk gibi,yüzümü tatlı tatlı okşayan rüzgarı da koluna takıp,odaya doluverdi.
Güneşin bulutlarla saklambaç oynadığı bu sabahta hafif ağrıyan başım için balkonda yapılacak uzun kahvaltıdan,edilecek derin sohbetten,içi ısıtacak sıcak bir gülüşten daha iyi bir ağrı kesici olamayacağını düşündüm.
Hayalimde çoktan kurup tabakların yarısını boşalttığım o kahvaltı sofrası için sabırsızlanmaya başladım.
Mutfağa girdiğimde dolapta ne varsa hiç düşünmeden hepsini bir çırpıda seriverdim tezgaha.
Sevmediğim siyah zeytinin üzerinde zeytinyağını hafifçe gezdirdim.
Albenisi bol ye benisi çok olsun diye parmak ucumla tek seferde kekiği serpiştirdim.
Sevmesem de artık gözüme fena görünmemeye başlamıştı.
Hayat akışında giderken şakaklarımdaki damarları çıkartan insanların üzerlerine de zeytinyağı ve kekik ekleyebilsem diye hızlı bir düşünce geçti zihnimden.
Güldüm.
Rüzgarla etek uçları savrulan masa örtüsüne daldı gözüm.
Tam o anda çalan zil içimin tüm yetkili mercilerini uyardı sanki.
Kapıyı açtığım anda içim içime sığmıyordu.
O güzel gözlü kızı içeri davet ederken içime sığdıramadığım her şeyi kapının önüne bıraktım.
Uzun uzun sohbet ettik.
Yıllar arasında köprü kurduk,saatlerce o köprüde ayaklarımızı sallayarak akan sulara baktık.
Giderken ona sıkıca sarıldım.
"Bir daha gel.Yumurtan tam katı olana kadar gel" dedim.
Güldü.
Yumurtayı tam katı yapmayı hiç beceremediğimi biliyordu.


04.07.2015/ 13.46 Yazı evi atölyesindeki ilk on beş dakikalık misafir ağırlama yazım.İyi ki geldiniz.

6 Haziran 2015 Cumartesi

Dile gelen hediye

Her insanın hayatında bir Aslı olmalı.
Hayatta asıl olanı kaybetmeye yüz tuttuğu zamanlarda elinden tutup gerçeğe döndüren bir Aslı.
Aslım.
Ne var ki kendisi bu kadar ılımlı görünürken nasıl olur da bir anda kaplan kesiliverir bilinmez.
Hoş onun sayesinde ayaklarım ne zaman yeryüzünden elini eteğini çekecek gibi olsa yer çekimiyle tekrar tekrar tanıştı.
Bana kalırsa bir aklın insan hayatındaki son durağı baştır.
Ve Aslı onu ilk tanıdığım zamanlarda bile, ki bu dört yıl öncesine tekabül ediyor,son duraktaki bankta oturuyordu.
Ona öylesine uzaktım ki oturduğu yerden bakınca ufacık göründüğüme eminim.
Belki de bu yüzden aynı sınıfta olmamıza rağmen en son tanıştığım insan oldu kendisi.
El salladığımı fark edince gülerek bana doğru gelmeye başladı.
Ortada buluşunca, ki o hızlı yürümeyi sevdiğinden olsa gerek bana daha yakın bir ortaydı,'haydi aynı evde yaşayalım!' dedik.
Onunla 'birbirimize dönüşüm' adlı hikayemiz tam da burada başladı.
Karaoke geceleri,doksanlar partileri derken üç karış havada olan aklımız ivme kazandı ve beş karışa kadar çıktı.
Durduk yere mutfakta aynı şarkı aklımıza geldi ve bağıra bağıra söylemeye başladık.
Birbirimize baktık ve güldük.
Aynı anda aynı tepkileri verip aynı cümleleri kurduğumuz için hayata dair pek çok repliğimin onunkiler arasına karışmış olma ihtimali aklımı kurcalamaya başlamıştı.
Böyle anlarda şaha kalkan İpekliğimle onu havalara atıp atıp tutasım geldi ama bunu ona hiç söylemedim.
İstanbul'daki ailem olmuştu.
Geçirdiğim buhranlı dönemlerde beni,gözlerini devirerek üstüme gelen sorulardan da canımı sıkan insanlardan da koşarak uzaklaştırmayı becerdi.
Sakinleştirdi.
Üstümde rehabilite edici tüm tedavi yöntemlerini fark etmeden uyguladı.
Başka seçeneğim var mıydı bilmiyorum ama zamanla kendime geldim.
O yine de hiçbir zaman elini üzerimden çekmedi.
Birilerinin aklının ucuna oturup gelmeyi beklediğim zamanlarda kolumdan tutup çekiştirdi.
Edi ile Büdü
Birbirimizin bilip, bildiğimizi birbirimizden sakladığımız sırlarımız da oldu.
Sustuk öyle zamanlarda.
Konuşmadan 'yanındayım' dedi.
Yine susarak 'iyi ki varsın' cevabını verdim.
Kimse duymadı ama o anladı.
Paylaştık.
Bazen hiç komik olmayan şeylere saatlerce güldük.
Son yılımıza girerken onu kapıdan uğurlaması artık çok daha zor.
Bu sefer de dönecek dönmesine de sonrası yüreğimi burkuyor.
Her anımda yanımda olsun onu ne çok sevdiğimi söylemesem de bilsin.
Şairin de dediği gibi aslı varken surete hiçbir zaman gerek kalmadı.
Dilerim hayatınız boyunca aslınızla barışık kalırsınız.
Aslımın doğum günü kutlu olsun.

4 Haziran 2015 Perşembe

Yolculuk

Yalnızlığın kollarında eğreti durduğum zamanlar oluyor.
Kollarındayken boynuna dolanasım geliyor da ağzından çıkanı kulağı duymayabiliyor bugünlerde.
Aklımdan geçen cümleleri tek tek yolda durdurup hesap soruyor sanki.
Hepsine 'peki neden?' diyor hiç de alçak olmayan bir sesle.
Neden bu, senin başına geldi.
Neden bunu yaşıyorsun.
Hayatının köşesi burası mı?
Buradan dönünce mi değişecek her şey?
Yoksa gittiğin yollar mı hep yanlış?
Gittiğim yollara bakıyorum.
Uzun gündüzlerin, bitmeyen gecelerin yaşandığı yollar...
Kapıdan çıkan fosforun karanlığı dağıttığı yollar...
İçinde ne yaşandığı bilinmeyen, perdeleri hep çekili evler...
Bir yanıp bir sönen sokak lambaları...
Her yeni günde içi hayallerle doldurulmuş evlerden birine daha alıcı çıkmıyor.
Ona da yazık oluyor.
'Bilmem' diyorum.Gittiğim yollar mı hep yanlış?
Yoksa ben mi yanlış yoldayım?

28 Mayıs 2015 Perşembe

Son değil

Sona doğru yaklaşırken belirsizlikler zincirime bir halka daha ekliyorum bugün.
Aslında zaman geçtikçe,ayaklarım yere bastıkça yerli yerine oturacak diye beklediğim hayallerim giderek daha da ulaşılmaz oluyor sanki.
Ben mi onlardan uzaklaşıyorum yoksa onlar mı zihnimde her geçen gün daha da büyüyor bilmiyorum.
Bugünlerde hayrete düştüğüm şey ise bir hayalin nasıl oluyor da bu kadar çabuk plana dönüşebiliyor olması.
O planımın yine aynı çabuklukta gerçeğim olması.
O gerçeğin ise kendini her geçen gün 'keşke'nin kollarına daha da çok bırakışı.
Keşke zamanı durdurabilsem...
            ***
İstanbul'a ilk gelişim.
O metrobüste ilk dinlediğim şarkı.
Okulun kapısından ilk girişim.
Rektörlüğün cam merdivenlerinde ilk sallanışım.
'Kesin düşerim ben burada' derkenki gülüşüm.
İlk ayrılığım.
Evimden ayağımın bir kez çıkışı.
Yurt odasında tek başıma geçirdiğim ilk yılbaşı.
'Çeşit çeşit insan var'ı kalıp halinde ilk kez cümlelerime serpiştirişim.
Her birine hayretle bakarken kimine hayran kalışım.
Canımın içi, hazırlık arkadaşım.
Aslım.
Şimdilerde ev arkadaşım.
Fakülteye başlayışım.
Her geçen gün daha da çok yalnızlığa alışıp ayakta durabilişim.
İlk kez 'ben buradayım' deyişim.
Kendi içimde başardıklarım.
Hayal kırıklıklarım.
İnandıklarım.
Uğruna savaştıklarım.
Hayatıma girenler.
Çok durmayıp çıkanlar.
Çıkarken bir parçamı yanına alanlar.
Arkasına bakmayanlar.
Bakamayanlar.
Konuşanlar.
Gülenler.
Gözleriyle konuşanlar.
İçleriyle gülenler.
Yaparım diyenler.
Vazgeçenler.
Kaçanlar.
Hiç gitmeyenler.
İlk kez kapısını çalmadan girdiğim ev.Evim.
İlk kez yaptığım mutfak alışverişi.
İlk kez alarm çalmazsa diye korktuğum gece.
İlk kez alarmla başladığım bir gün.
Tüm ilklerimin son senesiymiş hissi.
O rektörlüğün merdivenlerinde çok düşer gibi oldum.
Ama hiç düşmedim.
Bu şehirden çok bıkar gibi oldum.
Ama hiç bıkmadım.
Kurtulmak için bazen çok dua ettim.
Ama hiç bitsin istemedim...

27 Nisan 2015 Pazartesi

Keşke

"Hayat, bizi nefessiz bıraktığı anların çokluğuyla ölçülür."
Tesadüfen karşıma çıkan, doğruluğunu zaman içinde daha iyi anladığım o güzel cümle...
Sanırım zamanla daha iyi anlayışım zamanla nefessiz kalışlarımın artmasındandı.
Olur ya işte yaşamadan bilemezsin.
Yaşadıkça kelimelerim bir araya geldi ve anlamlı cümleler oluşturdu.
Her uyandığım sabahta hayatın içinde devirdiğim o cümleler öznelerini başa koymayı, yüklemleri sona atmayı öğrendiler.
Her tanışılan gerçekle kurallı cümlelerim birbirini tamamladı ve giderek kalınlaşan,tatlı bir hayatı anlatıyor olması umuduyla aralanan,İpek ile başlayıp İpek ile bitecek olan bir kitap haline geldi.
Diğerlerinden farkı;içinde bir tutam benden değil içimden bir tutam barındırıyor olmasıydı.
Aslında yalnızca bana özgü bir şey değil bu.
Sonsuzluğa uzanan bir rafa sıra sıra dizilmiş,açılıp okunmayı bekleyen,cümlelerinin altı çizilsin isteyen, inceli kalınlı,baştan yazılması mümkün olmayan milyonlarca kitabız.
Her cümlemiz kendine özgüydü ve üstü karalanmadan değişiklik yapılamıyordu.
Özenle seçilmiş kelimelerin arasında dağınık duruşundan mıdır yoksa göze görünüşünden midir bilmem üstü karalanmış cümlelerin olduğu sayfaları sevememişimdir bir türlü.
Ama dönüp şöyle bir baktığımda ayraçları da genelde o sayfalara yerleştirmişimdir.
Karalanmış kelimelerle doğru orantılı olarak artar ayraçların kalınlığı.
Ayraç koymadığım bir günün sonuna doğru gelirken birilerinin hayatına nereden bakılırsa bakılsın kendini belli edecek kalınlıkta ayraçlar yerleştiğini gördükçe içim burkuldu.
İlerleyen sayfalardan birinde bu denli kalın bir ayracı yerleştirme endişesi sardı dört bir yanımı.
Ayracın adı 'ölüm'.
'En kalın' sıfatını başına almasının sebebi ise çekirdekteki insanların hayatımızdan kayıp gidiyor oluşu.
Gidenin yeri ne denli doldurulamıyorsa o kadar buruluyor renkleri ayracın.
İçinden çıkılmaz bir hal almış olan hayatı temsilen karmakarışık desenler çiziliyor üstüne.
Durup şöyle bir karşıdan bakıldığında ayracın böldüğü iki sayfa arasında tepetaklak gelmiş bir hayat yattığını göreceğimden öyle eminim ki.
Her durup uzaktan bakışımda, her sayfayı açma fikrimle tekrar hatırlayacağım.
Bazen bir sözcük bazen başka bir hayat bazen bir şarkı getirecek aklıma ayracın kalınlığını.
Hatırlamak tekrar yaşamaktır.
Hatırladıkça tekrar yaşayacağım.
Yeniden yaşadıkça her güne yeni bir ben olarak uyanacağım belki de.
Gün geçtikçe etrafımdakilerin 'seni tanıyamıyorum!' cümlelerine maruz kalırken 'ben kimim?' diye soracağım kendime.
Belki de tamamen falcılık yapıyorum.
Belki de bunların hiçbiri olmayacak.  
Belki de ben bu yazıyı yayımlama tuşuna basacağım ve siz bu yazıyı okurken hayatta olmayacağım.
Kim bilir...
Derler ya bekleyip göreceğiz.

Tek bildiğim tüm bu görülecekler için beklenen sürede insanın kendisini cesaret ile bile isteye tanıştırması gerektiği.
Her geçen saniye, insanın hayallerine,umutlarına,duygularına veda etme riskini arttırıyor.
İşte tam da bu yüzden bile isteye alınmamış risk de gösterilmiş cesaret de istenilen kapıyı açamıyor.
Anlayacağınız hayat beklemek için de istemek için de çok kısaymış.
Hayat, bizi nefessiz bıraktığı anlarla sınıyormuş.
Yapmak isteyip bir türlü yapamadığımız her şeyde nefessiz kalışımızın sebebi buymuş...  

7 Nisan 2015 Salı

Lambası sönenlere

'Düzen' diye bir gerçek var ki koca ağzını açıp 'insanlar' adını verdiği boğazından hayatınızı geçiriveriyor.
Bazen de düzene karşı dik durmaya çalışıp 'sana yem olmayacağım' derken kendi rüzgarınla bile hafif hafif sallandığını hissediyorsun.
En azından ben öyle hissediyorum.
Yağmurlu bir akşamda hiç istifini bozmadan yanıp yanıp sönen bir sokak lambası gibi.
Her yanışımda iki adımdan sonrasını aydınlatamadığımı bilerek ısıtıyorum yanımda duranları.
Önümde duran, zamanında aldığı darbelere dayanamayıp kırılmış taşların içine biriken suları izliyorum.
Etrafına su sıçrattığını önemsemeden çukurlara girip çıkan arabaların,döndüğü belli olmayan, tekerleklerine dalıyor gözüm.
Kırmızı araba siyah beyaz geceme suyu sıçratıp giderken ardında beliren adamı fark ediyorum.
Yorgunluğunu elini direğime koyarak atmaya çalışıyor.
Sıcaklığını hissedince irkiliyorum.
İrkildiğimi fark etmiyor.
Işığımın sönmemesi için tüm yetkili mercilere yalvardığını hissedebiliyorum.
Tam o an ara ara sönebilen bir lamba değil de ara ara yanabilen bir lamba olduğumu hatırlıyorum.
Daha anlamlı hissediveriyorum.
Yalnızca yolu düşmüş bir adamın küçücük bir hareketiyle hayata olan bakışlarımı farklı yöne çevirebildiğimi anlayınca dehşete düşüyorum.
Tüm bunları düşünürken sokağın başında, havanın yağmurlu olabileceğini kestiremediğini eteğinin renklerinden ve çekiştirdiği hırka kollarından anladığım, dağınık açık renk saçları yağmurla koyulaşmış,telaşı dudaklarını kemirişinden anlaşılan o güzel kız beliriyor.
Yağmurda yalnızca attığı adımlara baktığı için sokağın karanlığına aldırmıyor.
Karanlığı umursamadığı için varlığımı fark etmiyor bile.
Çok geçmiyor köşedeki evin solundan dönerek gözden kayboluyor.
Bugünlerde fark ediyorum ki yağmurun eksik olmadığı,bazı günler güneşin tam tepeden doğduğu o kısacık sokak düşüncelerimin oluşturduğu evlerden,hayallerimden ibaret olan ağaçlardan,vazgeçtiklerimin belirginleştirdiği çukurlardan meydana geliyor.
Karasal bir iklimin ertesi gününde tropikal iklime uyanılabilen, mevsimlerin dörtten çok daha fazla olduğu bir yer burası.
Yoldan geçen o adam, hayatıma dokunup içimden geçerken benliğini benliğime katabilmiş karakterlerin tek bedende toplanmış haliyken hayatımdan geçişi bıraktığı iz kadar umrunda olmayan o kız bugünkü pişmanlıklarımı etek uçlarına takmış dünde bırakamadığım keşkelerimdi.
Bugün o alçak kaldırımlı yoldan etekleri uçuşan kızlar geçiyordu ve ben lambamın sönen tarafıydım.
Her şeye rağmen bugün de çıkmaz sokak değildim ve gelenler bir şekilde gittiler.
Çıkmaz sokakları hiç sevmem.
Bana ceplere tıkıştırılmış gereksiz kağıt parçalarını anımsatırlar.
Biriktikçe ağırlaşan kağıt parçaları...

30 Mart 2015 Pazartesi

Bozuk Mavi

Beni ben yaptığına inandığım şeylere zaman ayıramadığımda kendime çok kızıyorum.
Tıpkı bugünlerde olduğu gibi.
Devamlı içimde tuttuklarımı kağıtla buluşturmayı hayal ederken tuttuğum kalemle hiç umursamadığım şeyler yazıp çizdim.
İki aralık 'gidip şunları da okusana, sınavda çıkar' diyenler bir yana her iki aralıkta kağıda kısa kısa cümleler yazdım.
Neyse ki beklediğim an sonunda geldi.
Şimdi etrafı kulağımdaki şarkıyla filmmişçesine izlerken önüme yığdığım minik notlardaki duygu karmaşamdan rastgele bir kağıt seçip size okutacağım.
      ...
Üç dört gün öncesine gittiğim günlerden birinde duygu paletinde kendini en belli eden renklerden birinin 'pişmanlık' olduğunu fark ettim.
Benim gözümden bakıldığında pişmanlık, mavinin siyahla bulandırılmış haliydi.
Sanırım içindeki maviliktendi dikkatimi bu denli çekişi.
Bilirsiniz işte maviyi kim sevmez ki..
Mavi 'kendini bana bırakabilirsin' bakışının,kendine tekrar tekrar baktıran rengidir.
Pişmanlık da güvenin siyahla dalgalandırılmış,insanın içine kuşku düşürülmüş halidir.
Dönüp hayatıma baktığımda 'zamanı geri alma butonu'nun eksikliğini en derinden hissettiğim dakikalar pişman olduklarımdı galiba.
Görünüşteki küçüklüğüyle aldatsa da içine bir hayat sığdırabilmiş yuvarlak, sistemi çevirmeli olarak çalışan bir buton bu.
Yıllar bölmesi aylara, ayları günlere, günleri saatlere, saatleri dakikalara hatta dakikaları saniyelere bölünmüş kimisinde saliselere bile yer verilmiş bir buton.
'Yanlış mı yaptım?' sorusu kırmızı alarmı simgeleyen ışığımızı kesik kesik yakmaya başladığı anlarda yavaş yavaş bedenimizle birlikte uykularımızı da ele geçiren duygu.
Üç dört gün öncesine gittiğim günlerden birinde; butonun eksikliğini yaşadığını gözlerime bakamayışından, ellerini bir yerlere sığdıramayışından anladım.
Pişmanlık, onun da bedenini krema torbasına tıkıştırıp, mavisinin içine siyahlar serpiştirdiği hayatların üzerine sıkıyordu.
O torbanın içinden şekli düzgün olarak çıkıyor olsa da o hale gelirken yaşattıklarını unutmayacaktı.
O, torbanın içine sıkıştırılmamış olsaydı belki de asla dağınık hayatını düzene sokması gerektiğinin ayırdına varamayacaktı.
Karşıma geçip 'bugünkü aklım olsaydı' ile başlayan cümleler kurarken tüm bunları yapmasaydı bugünkü aklının olamayacağını ona söylemedim.
Sustum.
O var olduğunu sandığı butonunu hiçbir şeyin olmadığı günlerde sabitlemeye çabalarken ona zamanı geri alamayacağını söyledim.
Bunu söylerken yüzünde gördüğüm hayal kırıklığı çok tanıdık geldi.
Yanından ayrılıp yolda yürümeye başladıktan sonra anımsadım.
O yüzü aynaya baktığım zamanların birinden hatırlıyordum...

21 Mart 2015 Cumartesi

Yüreği zencefil ama ballı

Uzun zamandır yazmadığımı fark ettim.
Bu farkındalığın, kendime yaptığım bir numara olduğunu gelen sınav haftasını temsilen yan tarafımda öğrenilmeyi bekleyen bilgilerden rahatlıkla anlayabiliyorum aslında.
Siz de yaşamıyor musunuz bazen?Yapmak zorunda olup da yapmayı şiddetle reddettiğiniz şeyler için kaçışları işe yarar meşgalelerde bulduğunuzda içiniz daha bir rahat daha bir 'amaan nolacak' olmuyor mu?
Tam olarak 'amaan nolacak' kısmını yaşadığım tatlı huzursuzluk dakikalarındayım anlayacağınız.
Huzursuzluk ama tatlı bir dilimi bu, çünkü çalışmaya çalıştığım günlerin bana kazandırdığı şey çok daha uzun vadeli çok daha 'kendimi buldum' dedirten cinstendi.
Belki de başarının, onların zirvesine oynamak olduğuna inanmadığım için bana öyle geliyor.
Spor yapmak gibi işte.
Ben, dün de bugün de yarışları kazanmak için değil zinde kalabilmek için koştum.
Birilerini geride bırakmak değil de birileri yanımdayken 'kazandım' diyebilmekti amacım.
'Diyebiliyor musun?' derseniz cevabım 'bu sefer yaklaştım galiba' olurdu.
Ait olmadığım bir yerde ait olduğuma inandığım insanların yanında oluşuma gülümserken konuştuklarımıza güldüğümü sandılar.
Bozmadım.
Çok yağmurlu bir günde kafamı sokabileceğim bir saçak altı bulmuş gibi,tam yolumu kaybetmişken tanıdık bir yer görmüş gibi,'sıcacık bir kahve olsaydı' dediğim anlarda kapıdan elinde kahveyle beliren kişinin verdiği mutluluğu yaşar gibiydim.
Ortaya bir şeyler söyledik,konuştukça tanıştık,tanıdıkça paylaştık...
'Biraz oturur, kalkarız' dediğim o yerde uzuun uzun oturduk.
Son bir lokma kalana kadar yedik.
Son bir lokma...
Önemlidir o 'son bir lokma'lar.
Ortadaki tabakta son bir lokması kalmış masalardan samimiyet, sıcak çikolata kıvamında akar, kokusuyla etrafına toplar.
'Tabaktakilerin hepsi bitecek!' cümlesindeki soğukluğun yanında kalmış o 'son lokma' samimiyeti,içtenliği,güveni,ben merkezinin dışına taşabilmiş hayatları tüm kalakalmışlığıyla temsil eder.
Ne zaman o emir kipli cümleyi duysam 'Bırakın arkamdan kovalasın.Kaçarken hayatta daha çok yol alıyorum,hayatımda çiçek açmış ağaçlardan düşen duyguları daha kolay yakalayabiliyorum' diyesim gelir benim.
İşin güzel yanı bunu hep diyesi gelmiş insanlarla birlikteydim ve bu sefer gelen diyesimizi tutmadık.
'Bundan güzel yazı konusu olur' derken güldüm.
'Ağzımdan aldın' derken o da gülüyordu.
Bu, iki 'b' ye ithafen yazılmış,konusu güzel bir zencefil yürekli kız yazısıdır.
Siz siz olun hayatın hiçbir anında önünüze sunulmuş tabaklardan son lokmayı alan o kişi olmayın.
Hem bakarsınız günün birinde bıraktıklarınızı toplayarak sizi bulmuş bir Gretel'le karşılaşırsınız.
Kim bilir...

16 Mart 2015 Pazartesi

Sevgili Kabilem

Annemin 'yarın, senin için her zamankinden farklı bir gün olsun' mesajıyla uyumuştum dün gece yine.
Mesaj hafızamın günleri bilumum hafıza problemleri yaşamaktan korkarak geçiyor bu aralar.
Farklı bir güne açılmayı bekleyen gözlerim, gün boyu geçen haftaki pazarı yeniden yaşıyor oluşuma inanamadı.
Kahve içmeye öğlene doğru çıktığımda gittiğim yer de, cebimde taşıyasımın geldiği genelde(bugün de) bu isteğimi yanımdan ayırmayarak dizginlediğim kişi de,orada tesadüfen karşılaştığım Bora da, Bora'nın çarpık gülümsemesi de, 'bir gün...' ile başlayıp uzun uzun yaptığımız planlar da,kurduğumuz hayaller de,içtiğim kahvenin tadı da aynıydı.
Birkaç saat sonra yalnız kaldığımda her şeyin aynı oluşu pazarın kasvetli havasını da aldı yanına kulağımın dibinde,o rahatsız edici sesiyle bir şeyler söylemeye başladı.
Kulaklığımı takıp aralıksız birkaç şarkı dinlerken suratımı avuçlarımın arasına aldım.
Görüş alanımda ne olduğunu fark etmeden oraya bakıyormuş hissi uyandırırken uzun uzun daldım.
Farksızlığına rağmen güzel başlayan günümü boş bir resim kağıdı yaptım ve düşünce kalemimin siyah tarafıyla kağıda rastgele şekiller çizdim.
Bir zaman sonra rastgele atılmış siyah çizgilerin bir yüz oluşturduğunu fark ettim.
İsteyerek yaratmadığım o şeklin, aynada gördüğümden farksız olduğunu anlamam çok zamanımı almadı.
Günlerimi,aylarımı,yıllarımı boş kağıt yaparak düşüncelerimle boyadığımı, ne yaratıyorsam onu yaşadığımı fark etmemle avuçlarımın arasına aldığım ellerimi dudaklarımın önünde birleştirdim.
Tanıyanlar bilir şaşkınlığımı gizleyemediğim zamanlarda fark etmeden verdiğim ilk tepkidir bu.
Ellerimi henüz normal haline sokamamışken aklımdan geçen cümleleri birleştirmem yaklaşık dört saniyemi aldı.
İyi enerjiyi paketleyip göndermek isterken paketleri karıştırıp her seferinde kötü enerjiyi kargo yaptığım,işi gücü bırakıp benimle uğraşacak olan o evren iç dünyamı enine boyuna içine alan evrendi.
Gerçekten de vardı.
Tüm duygularım da bilişlerim de düşüncelerimle yaratılıyordu.
Şu anda böyle hissetmemin nedeni düşünmekte olduklarımdı.
İçime kırmızıyla bir kıpırtı, maviyle azıcık umut atsam dudak kıvrımlarım bundan nasibini alacaktı.
Kağıt da boya da onu çizecek güç de bendim.
Yıllarca yüreklerin çölde gördüğü serap muamelesi yaptığım 'iyi düşün iyi olsun' cümlesi bir anda tokat gibi çarptı yüzüme.
Kendime geldim.
Derin bir nefes aldım.
İçimde çıktığım yolculukta hiç beklemediğim bir anda hiç ummadığım bir şey bulmanın mutluluğu resim defterime çimen yeşiliyle göz kırptı.
Çizip özgürlüğe uçurduğum kuşlar küçük sevinçler olarak döndüler.
Onları yalnız başıma buldum ama Sanem Altan'ın dediği gibi kabilemle paylaşmayınca o sevinçlerde bir eksiklik oldu.
Sanırım benim kabilem de artık sizsiniz.
Ben de onları size getirmek istedim...

11 Mart 2015 Çarşamba

Çürük Elma

Hayat, sabahın erken saatlerinde başlayan bir okul hissi veriyor bugünlerde.
Gitmeme gibi bir lüksünün olmadığı,yersiz yurtsuz bir okul burası.
Uyabileceğin bir ders programının olmadığı,hangi saatte ne öğreneceğini kestiremediğin bir yer.
Her an 'ben dersimi aldım' dedirtebilecek ama asla bu kadarıyla yetinmeyecek bir okul.
Anlayacağınız 'ben oldum' deyip asla düşemeyecek birer elmayız dalımızda.
Rüzgar sert sert esse de, dallarımız bizi oradan oraya savursa da kopup düşeceğimiz o ana kadar girmediğimiz bir renk hep kalacak.
O son nefese kadar her sabah dersleri seçesimiz kredileri ona göre tüketesimiz gelecek de sınırsız kredimiz olduğunu hep unutacağız.
Kredilerimi bugün aynı dersi ikinci kere almak için harcadım.
"Sınavını tek seferde geçerim.Bunlara bakmaya gerek yok,zaten bir daha çıkmaz" dediğim ne varsa çıktı karşıma.
Çıkan aynı soruydu,gittiğim yolları değiştirdim.Ama vardığım sonuç hep aynıydı.
Bugün de genel algının normal karşılayabildiği iki kere ikiyi dört yapamadım.
Bugün de kendimle savaştım ve içimden çıkamadım.
Bugün de hayatıma topladığım tüm insanları verdikleri güvenle çarpıp verdiğim değere böldüm.Sonuç ne çıktı biliyor musunuz?
"Bu son!" derken gözyaşlarını öfkesine bağlamış bir surat,çatlamış bir elma.
Bugün içten içe çatladığımı hissediyorum.
Bugün güvenimle birlikte sabrım da çatlaklarımdan akıyor.
Ne zaman doğrularımı gerçeklere değişsem içim kararır benim.
Bugün sustukça içim daha çok çürüyecek biliyorum.
Bilsem de susuyorum...


8 Mart 2015 Pazar

Bir Kadın

Bugün hayatımda bir değişiklik yapayım ve pazar yazımı evde değil de insan içinde yazayım dedim.
Yok aslında olay tam da öyle olmadı.
Uykusuz dergisinin bu haftaki sayısında Alpay Erdem, yazılarının okunmasından çok yazım aşamasında izlenmesini sevdiğinden bahsediyordu.
Ben de bu yazım için insan içine karışmanın, gözlem yaparak yazmanın daha samimi olacağına inandım.Evin yakınındaki, kahvenin hemen hemen her türünü bulabileceğiniz, bir yerde aldım soluğu.
Kuruldum bir güzel koltuğa, aldım kahvemi ve başladım yazmaya.
Bu kararın ne kadar da doğru olduğunu sol ön tarafımda arkadaşlarıyla otururken ara ara uzaklara dalan,saçları omzuna gelen, hayatındaki dağınıklığı oturuş şeklinden anlayabildiğim, asık yüzlülüğünü pazarın sıkıcılığına bağlayamadığım, hafif toplu kızdan anlıyorum.
Hemen yan tarafımda da kahvelerini beklerken ayakkabılarını giderek birbirlerine yaklaştırarak insanların onları duyma ihtimalini minimize eden kızlar yer alıyor.
Onlara baktığımda tüm bunlardan çok daha fazlasını görüyorum aslına bakarsanız...               
'Neden?' sorusuna verilecek basit bir cümle haline getirilmeye çalışılmış,yerinin kocasının yanı olduğu sanısı her geçen gün daha çok kanıksanmış,giderek kısıtlanmış, en sonunda da yılın tek bir gününe tıkıştırılmış ve bunun mutluluk verici olduğuna inandırılmış, geleceğin başarılı güzel yalnız kadınları onlar.
'Neden ağlıyorsun?' ile başlayıp 'neden mutlusun?' sorusuna kadar uzanan milyonlarca nedene cevap olmaya çalışan tek bir kadın.
Bu elek mücadelesinde hemcinslerine rağmen eleğin üstünde kalmaya çalışan,savaşan bir kadın.
Karşı cinsi tarafından alay konusu yapılan,eleğin üzerinde kalma ihtimali yok sayılan,üstten bakışlara da burnu büyük tavırlara da maruz kalarak hayat oyununda diskalifiye olmamaya çabalayan bir kadın.
Gözlerinden başka her detayından anlam çıkarmaya çalışan,yürüyüşüne göre damgalayan,giyimine göre layık olduğu şeyleri sıralayan sapkın ruhlara karşı gözleriyle meydan okumaya çalışan,tutamadığı gözyaşlarının zayıflık sanılmasına alışamamış bir kadın.
Sadece şoför koltuğunda oturması önüne koyulmuş bin çeşit hakareti yemesi için sebep kabul edilmiş bir kadın.
Saçlarının açıklığı günahkarlığa ibare sayılırken aynı saçların bakımsızlığı aldatılmasına bahane sayılabilmiş bir kadın.
Erkek hegemonyasının hakim olduğu ataerkil bir toplumda 'anayım ben!' diye bağırabilmiş,kendine saygı duyulmasını yıllarca beklemiş bir kadın.
Sabrım kalmadı cümlesini sarf edip özgürlüğe açılan pencereden uçmayı çocukları için sürekli erteleyebilmiş, 'elbet bir gün' diyerek kendini avutmuş, sözlüğümde bencilliğin zıt anlamlısı olarak yerini almış olan bir kadın.
Son damlayı taşıracak anlarda sergilediği sükuneti zayıflığından diye algılanmış, asla anlaşılamamış bir kadın.
Yeri kocasının yanı değil çocuklarının başucu olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten kaçmış, aynı dilden yayın yapan kanalların arasında şifreli yayına geçen bir kadın.
Hayata getirdiği bir parçasının dudak kenarlarındaki kıvrımları yukarıya baktığı anlarda başkasının mutluluğuyla mutlu olabilmeyi doyasıya yaşayabilmiş,benim için hayatta en zor olanı böylece başarabilmiş bir kadın.
Neden sorusu saçlarını savura savura her sabah kepenkleri açan hayatımızın önünden geçerken merakın bazen acımasızlığı yanında getirdiğini kavrayabilmiş ve karşı koyabilmeyi öğrenmiş bir kadın.
Nedenlerin güzel kokusuna kapılıp gidenlerin, kepenkleri açılmış hayatlarını boş bıraktıklarını anladıklarında o hayatın önünden geçip gitmiş bir kadın.
Koşsalar da üçüncü çekmecedeki iyi niyeti ve merakın yanındaki askıda duran empatiyi yerinde bulamamış kişilerin acımasızlığına karşı dik durmaya çalışan,her sabah aldığı gazeteyle bilenen,sokağa çıkmaktan çekinen,akşam dokuzdan sonra aşağılayıcı sözlerin haklı hedefi olan,kalabalık yerlerde çantasını öne değil arkaya atmaya mecbur kalmış,kitaplarını hep göğsüne bastırıp hızlı adımlarla yürümüş,yere bakmaktan taşların her detayını ezberlemiş,üstüne doğru ittirilmiş insanların temasından kaçınmak için hep kenara çekilmiş, zamanla bunu hayat algısı yapmaya zorlanmış, kenara itilmeye çalışılmış bir kadın.
Üç yüz altmış beş günün bir gününde tıkıştırıldığı koğuştan hava alması için çıkarılmış bir kadın.
Günün kutlu olsun demeye dilimin varmadığı kıyamadığım o güzel kadın...

3 Mart 2015 Salı

Sorgulama

Bir ucundan yakalanmış baharın tatlı esintisine kapılıp giderken askıda unutulmuş ya da bile isteye bırakılmış bir hırka gibiyim bu akşam.
"O'nu giyersem fazla sıcak gelir" cümlesi,'o' olduğumu bilirken,yanıbaşımda sarf edilmiş gibi.
Ceplerime doluşturulmuş bir sürü gereksiz ayrıntının arasında kaybolmuş, tek bir cümle arar gibiyim.
Bir de umutsuz gibiyim bu akşam.
Elimi hangi cebime bir umutla atsam boş dönüyorum anlayacağınız.
Kıyafetlere uydurulamamanın burukluğunu soluk ama derin renklerimde yaşıyorum bu akşam.
'Üşür mü?' diye düşünmekten kendimi alamadan kızıyorum.
Düşündükçe daha çok kızıyorum.
Zaman zaman da yollara düzeni getirmeye çalışan, beyaz çizgilere benzetiyorum kendimi.
Üstüme basıp geçmenin bu denli kolay oluşunu kesik kesikliğime bağlıyorum.
Yaklaşmaktan da uzaklaşmaktan da korkmuyor uğruna yollarına kendimi çizdiğim arabalar.
Böyle zamanlarda çizgilerim birleşiyor ve o, arabanın birindeki,çocuğun elindeki mavi balon oluyorum.
Her üfleyişi sabrımı deniyor.
Burama kadar geldiğinde patlayasım geliyor da korkutursam diye panikliyorum.
Sorgulama kelimesinin insan zihninin aşina olduğu olumsuz anlamı değil de ikinci anlamıyım bu akşam.
Sorguluyorum.
Sorguladıkça içimde kırıp döktüğüm camın arkasından gelen çerçeveye her seferinde daha dikkatli bakıyorum.
Her seferinde gereksiz olanları ceplerimden çıkarabilmeyi biraz daha fazla deniyorum.
Biraz daha fazla başarıyorum.
Bu akşam yarım öfkeli çeyrek buruk tam endişeliyim.
Anlayacağınız bu gece de patlamaya beş varken zaman geriye aktı.
Söyleyeceklerim içimde, acısı derinde kaldı...

1 Mart 2015 Pazar

Nil Takipte

Özgür kız.
Hayata getirdiği minik canın yaşam ünitesini, sol üst köşesinde taşıyan bir kadın.
Bebişine, lokumcuk adını takan güzel bir anne.
Tazecik bir yazar.
Deli dolu bir Nil Karaibrahimgil.
Deli dolu diyorum çünkü ilk karşılaştığımız telefon kartı reklamlarındaki özgür kızdan hala bir farkı yok.
Anne olmanın olgunlaştıramadığı ve olgunlaşamamanın bu denli yakıştığı yegane insanlardan belki de.
Hamilelik ve doğumla birlikte geçen bir buçuk yılın sonunda dün gece ilk konserini verdi ve heyecandan karşımızda tir tir titrediğini gördüm.
Bosbol, rengarenk, yarım kollu, uçuşan etekleri dizine gelen bir elbiseyle karşıladı bizi.
Henüz ilk şarkıya bile girememişken gözyaşlarına boğulmasının sebebini salonun tıklım tıklım dolu olmasına bağlamıştım ki çocuğunu doğuran ebenin gelenler arasında olmasına ağladığını itiraf ediverdi.
Bu duygu karmaşasının, gel gitlerin, gözyaşlarının kahkahalara karıştığı dakikaların ardından kulaklarımızın pasını silmeye gelmişti ki sıra bir itirafta bulundu.
"Kurduğum cümleler saçma olabilir.Ne olur kusura bakmayın, hala emziriyorum.Bebeğin sütle beraber ne içtiği belli değil"demesiyle bizi tekrar aldı bir gülme.
Samimi ve içten sözcüklerden yayılan enerjinin salonda dalga dalga herkese dokunarak dolanışını keyifle izledim bir süre.
Ardından iki kuyruk yapıp geldiği saçlarını açarken kanatlarını ruhuna taktı.
Hep bir ağızdan söylerken büyük bir zevkle izlediğim 'bi küçük eylül meselesi' filmini yaşıyor gibiydim.
Bir baktım Organize İşlerde koşuşturuyoruz bir baktım ki Gülse Birsel'le göz göze gelmişiz 'insanlar hem aşık hem uyanık hem riyakarlar' diye iç çekiyoruz.
Anlayacağınız Yalan Dünya işte...
Bir gün bir bakacağız herkes aynı her şey rüya.
O güne kadar da keşkelerden daha çok 'iyi ki yapmışım' diyeceğiz tıpkı Nil gibi.
Resmen Aşığım şarkısının sonunda 'iyi ki yapmışım'ları arka arkaya söylerken hayatta ne çok iyikim olduğunu ve dün gece hepsini yâd ettiğimi fark ettim.
İyi ki yapmışım...
İyi ki tanımışım dediğim tüm insanlar için şarkının sırası geldiğinde' yok ki senin bir yedeğin' diye bağırdım.
Hissetmelerini dileyerek söyledim.
Hissetsinler diye gittikçe daha çok daha da çok yüksek sesle söyledim.
Nil'in deyişiyle kudurduk kudurduk daha çok kudurduk çıldırdık çıldırdık daha çok çıldırdık.
Sıra 'rüzgar' şarkısına geldiğinde, insanlık hali, nakaratı kaçırınca tüm dinlemeye gelenler bir alkış kopardı.
Bizden geçen 'dert etme'mesajını eteklerine taktı ve onun rüzgarıyla dönmeye devam etti.
Dans ederken yüzüne gelen saçlarından sıkılınca örüverdi ya da 
kek yaparken saçlarını toplamasını öğretmişti annesi o küçük bir kızken.
Sonra beraber üç yumurtayı kırdık önce portakal dilimledik ince ince..
Anlayacağınız kalktık ve tüm sevdiklerimize kek yaptık.
Konser sonuna doğru gelirken sahneye siyah minicik elbisesine taktığı gerçek kanatlarıyla çıktı.
Birileri belli ki onu prenses, peri sanıyordu.
Son şarkısı ise en kendimi bulduğumdu.
Nefes aldım nefes verdim burdayım pes etmem yok.
Ben buraya çıplak geldim heyhat utanmam yok derken düzensizlik içinde yarattığı düzende koreografik bir şekilde kafasına göre dans etti.
"Hayatta hiç utanmanız olmasın.İnandıklarınızı hep bağırarak söyleyin çünkü hepimiz hayattayız" diyerek sahneden çıktı.
Arkasından alkışlamaya devam ederken 'inandıklarımı herkese ve her şeye rağmen bağırarak söylemekten asla vazgeçmeme' konusunda kendime söz verdim.
Güzel bir akşamdı ve biz NİLlendik.


26 Şubat 2015 Perşembe

Sev ve Değiştir Hayatı

Yorgunluğun, ayak bileklerimi sızlattığı bir gün sonu daha...
Yatağım, yastığım karşıdan bana göz kırparken bu yazıyı yazmazsam sabaha unutulan her ayrıntısı için kendime kızacağım aklıma geldi.
Bende silkelenip kendime geldim, bir kahve koydum ve geçtim bilgisayar başına (02.34).
45 sanatçı..
23 sahne değişimi..
270'ten fazla kostüm..
3 boyutlu dijital bir sahne..
13 tır dolusu dekor,kostüm ve teknik donanım..
8 ayda 154 oyun 400.000 seyirci..
Ve huzurlarınızda Shakespeare'in 420 yıl önceki hayali, bugünün hayal gücüyle,Romeo ve Juliet.
Aylar öncesinden aldığımız biletler için haftalardır gün sayarken o çarşamba geldi çattı geçti bitti gitti.
Müzikalin geleceğini ilk duyduğum anda kurduğum "üç boyutlu, ne kadar iyi olabilir ki" cümlesiyle soru sormadığım her halimden anlaşılıyordu.
Hayatımı avucunun içine alan ön yargılarım, istemsizce verdiğim ilk tepkiyle beni yine şaşırtmamıştı.
'Ön yargılara kukla olmuş hayat' size de çok yabancı gelmedi değil mi?
Şimdi aylar öncesinde kurduğum o cümlenin sonundaki noktayı kaldırıp 'en fazla bu kadar iyi olabilirmiş' demek istiyorum.
Yeri geldiğinde o ana çakılı kaldığımız hissi uyandıran zamanın bazen akıp gidebilen bir kavram olduğunu gördüm.
Saate iki bakışımın arasında iki saat geçmiş olması tam anlamıyla hipnotize olduğumun en büyük kanıtıydı.
Bir baktım Montesquieu'lerin evinde perdenin arkasına saklanmış biriydim çok geçmedi Capulet'lerin balkonundan bakıyordum.
Hele Romeo'nun can dostu,yol arkadaşı Mercutio'nun kavga sahnesinin ardından gelen ölümüyle oyunculuğun tam olarak ne demek olduğunu bir kez daha gördüm.
Bir insan ölü taklidi yaparken en fazla bu kadar ölebilirdi.
Sesi,beden dili,hayran bırakan oyunculuğu,omzuna dökülen sarı saçları belki de kurduğu cümleler,hangisinden daha çok etkilendim bilemiyorum.
Bir de Juliet'in dadısı vardı ki...
Tiyatroya olan aşkımı dürtüp uyandıran,sesim güzel olsaydı ile başlayan keşkelerimin sebebiydi o tek başına sahnede devleşen kadın.
Aşkı da çaresizliği de iliklerime kadar hissettiğim,tadı damağımda,şarkıları kulağımda kalan bir geceydi.
Unutulmazlarımın hemen yanında bulunan iyikilerime hızlı bir giriş yapan bir geceydi.
Zaman zaman hayatta sevginin yürekte olamadığı gözde olduğu gerçeği suratıma sert rüzgarını üflese de adı aşk olduğunda her şeyin nasıl da renk değiştirdiğini fark ettim.
Hem ne demiş Romeo 'sev ve değiştir hayatı'.
Aşk adı verilmiş,koğuşlarının her biri kişiye özgülenmiş, hapishaneler size bir ömürlük özgürlük versin.
Çok sevin.
Sevilmekten daha güzel olduğunu fark edene dek sevin.
Bakmak sevmeyi uyandırır.
Kendi gözlerinizle bakın hayata.
Yaşayın..Hayat samimiyet ve istektir.
Yaşayın..Hayat mutluluk ve hakikattir.
Güzel bir gündü ve ben yaşadım.
Romeo e Giulietta

Not:Broadway'in efsanevi müzikali The Phantom of the Opera (Operadaki Hayalet) 08-26 nisan 2015'te İstanbul'da.Orada görüşmek üzere.


23 Şubat 2015 Pazartesi

Merhaba ben öldüm.

Bir sabah baş ağrısıyla uyanır mısınız bazen?
Bu sabah uyandığımda başımda dindiremediğim bir ağrı vardı.
Ağrı kesicinin etki edemeyeceğini bildiklerimdendi.
Hayatım boyunca böyle şiddetlisini yaşadığım olmamıştı.
Hayatım demişken biraz kendimden bahsedeyim en iyisi size.
Manisa'nın Akhisar ilçesinde doğup büyürken hayallerini de beraberinde,içinde bir çiçek gibi büyütmüş,annesinin tazecik fidanı,babasının biricik kızıyım ben.
Ya da öyleydim düne kadar...
Bakmayın di'li geçmiş zamanı cümle içinde kullanmak için çok gencim aslında.
Üç tarafı denizlerle kaplı bir yerde,dört tarafı öfkeyle kaplı insanlar arasında boğulmamaya çalışarak geldim bugünlere.
Ya da gelmiştim işte...
Sistem tarafından acımasızca işkenceye maruz bırakılan demokrasinin ve yanında saçından tutup gezdirdiği eşitliğin gözlerimin önünde can çekişini ağlayarak izledim ben.
İşkence tatmin edicidir.Ama tatmin kelimesini çıkarırsak eylemin iç boşalır.
Uğradığı işkenceyle yüzü gözü dağılmış bir düzenin içinde hayatta kalmaya çalışan,aksayarak yürüyen hayatımın tutunduğu koltuk değneğiyim ben.
Değneğiydim daha doğrusu...
Yaşıtlarımın alev alev yanmasına da tanıklık ettim namus adı verilmiş tuzağın içine acımasızca bırakılışına da.
Onlar için sokaklarda da yürüdüm.
Çığlıklar da attım.
Kızdım da.
Yeri geldi sövdüm de.
Ülkem için tencere tabak da kaldırdım ben.
Hayallerimin,arzularımın,planlarımın arasına başka hayatlar da sığdırmaya çalıştım.
Bir gün kendim olarak yaşamak,yaptıklarımla anılmaktı en büyük hayalim.
Sesimi duyurduğumda nefes aldığımı,yaşıyorum diyebildiğimi görün istedim.
Din adı verip arkasına saklandığınız hatta sakladıklarınız yüzünden bugün soğuk bedenim.
Yozlaşmayı ete kemiğe büründürüp çocuklarınıza aşıladığınız için yirmi dört saat önce ateşi her zerremde hissettim ben.
Hani bana bahşedilmiş bu hayatı bahşedenden başkası alamazdı?
Hani kaderdi.
Hani günahtı.
Hani namustu.
Hani Kur'andı,kitaptı.
Bedenimi ateşe verirken hangisini düşündün?
Mini etek giydiğimden mi toprağın altında şu an bedenim?
Topuklarıma mı bileklerime mi karşı koyamadın?
Söyle bu sefer neydi günahım?
Hangi öfkeydi benden çıkan?
Hangi bastırılmışlık,sindirememişlikti?
Nasıl bir nefretti bu içindeki?
Nasıl böylesine dönebildi gözün?
Gözümü sonsuzluğa kapattığım anki fotoğraf karesinden yaşayabilsen keşke hayatı.
Üç tarafı denizlerle kaplanmış bu kara parçasının içinde yaradanın verdiği canımı iki kere düşünmeden elimden alıp en büyük şirki koşmuşken sen, rahat uyuyabildin mi dün gece?
Ben kim miyim?
Adımı henüz bilmiyorsunuz ama bana kısaca Özgecan diyorsunuz.
Şimdi bildiniz değil mi?
Ben hayalleriyle,umutlarıyla,yarınlarıyla birlikte ateşe verilip üstü toprakla kapatılmış onsekiz yaşındaki o kızım...

21 Şubat 2015 Cumartesi

Griye Batırılmış Hayat

Dün yine etrafın beyaza büründüğü,soğuk rüzgarın yüzüme çarpıp beni kendime getirdiği bir gündü.
Kardan dolayı evde mahsur kaldığımız iki günün ardından havayla buluşturduğum bedenim nefes aldığını hissediyordu.
Havayla olan yakınlığımızın yerini otobüs camlarına bırakmak istemediğimden olabildiğine yavaş ve küçük atıyordum adımlarımı.
Bir süre durakta bekledim,insanları seyrettim.
Bir anda boyu belime gelen,esmer,temiz yüzlü bir çocuk belirdi yanımda.
Kulaklığımın olduğunu fark etmediğinden nefes almadan konuşmaya başladı.
Ağız hareketlerinden onu anlamayı denedim bir süre.
Bu konuda günlük hayatta pek çok kez başarılı sayılabilmiş olmama rağmen hızına yetişemedim ve çareyi kulaklığımın birini çıkarmakta buldum.
Çıkardığımı fark etmesine rağmen kendini tekrarlamadan soru soran gözlerle bakıyordu.
"Ne dediğini anlamadım" derken "tekrar eder misin?" demek istiyordum.
Anlamadı.
"Para istemeyeceğim, yemek alır mısın bana?" dedi.
Bu sorunun ardından geçen beş saniyede geçmişe gidip geldim.
Yakın bir zaman önce aynı soruyla karşıma gelen bir çocuğu kolundan tuttuğum gibi pastaneye götürdüğümü anımsadım.
Karşıma oturtmuştum.O hikayesini anlattı, ben sarılma isteğiyle doldum.
Bu konularda büyükşehire alışamama sorunsalı hala şiddetli biçimde kendini gösteriyor olacak ki 'acaba'yı aklıma bile getirmemiştim.
Ta ki çocuk yanımdan ayrılıp, 'Hep böyle kandırıyorlar.Hepsinde aynı hayat hikayesi adı bile sahte' deyip buruk olduğu kadar çarpık gülümsemesiyle yanımdan geçip giden adama kadar.
Afallamıştım.'Yok canım' dedim kendi kendime.
Bu kadar rahat, duraksamadan,her kenara kıstıracak soruma karşılık kıvrak cevaplar veremeyecek kadar küçük,çocuk o daha, diye geçirdim içimden.
Kendimi avuttuğum sözlerin çocuklara olan zaafımı kurşun gibi delip geçmesi çok değil üç dakika sonrasında,beş dakika önce yanımda oturup,hikayesiyle yüreğimi burkan o çocuğun başka bir arkadaşıyla konuşmasına şahit olmamla,gerçekleşti.
Beni fark etmemiş olacak ki "bugün de akşam yemeğini çıkardık, gidip bir yerlerden para bulup sigara alalım" deyip gülerken hiç eksiklenmedi.
O an kendime bir daha bu oyuna gelmeyeceğime dair söz vermiştim.
Beş saniyenin sonunda kocaman soru işaretli gözlere geri döndüğümü fark ettim.
Gözlerimi kaçırmamla silkelenip kendime gelmem bir oldu.
"Başkalarından istenmez böyle"diyemedim.Mahçup olur,gururu kırılır diye korktum.
"Evinde yesene yemeğini dışarıdaki yemekler temiz değildir" dedim en masum cümle buymuş gibi geldiği için.
'Yemek pişmiyor evde, annem babam çalışıyor ben harçlığımı çıkarıyorum' diye geveledi ağzında.
Yalan söylüyordu.
Kızdım.Ona değil.Küçücük bir çocuğu yalanı bu denli kolay söyleyebilecek hale getirenlere.
Hem de ne kızmak.
Söyledikleri doğru değildi belki ama yaşadıkları kolay mıdır?' diye düşündüm.
Kolay olsa bu soğukta burada ne işi vardı ki?
Tüm bu cümleler kafamda dönüp dururken ona yemek alma fikri meşrulaşıyordu içimde.
Vicdanımla aklım arasında kalan elimi bir kez daha vicdanıma götürmüş, peşime onu takıp yola koyulmuştum ki birkaç adım sonrasında yanımdakine 'hadi iyisin'anlamına gelen yamuk gülüşün sahibi dağınık saçlı çocuğu gördüm.
O an durdum.İyilik yapmadığımı anladım.
Ben duraksayınca o da durdu.
'Yemek almayacak mısın abla?' dedi.
Göz göze gelmeden 'yok alamayacağım, gitmem lazım' dedim.
Gözlerine bakarsam zaafıma yenilirdim,biliyordum.
Zaaf,kendimizi bir türlü eğitemediğimiz yönümüz değil midir zaten?
Ne yaşarsam yaşayayım çocuklara olan zaafım konusundaki eğitim hayatım her seferinde zaman aşımına uğruyordu sanki.
Eline çantamdan çıkardığım bisküviyi tutuşturup yeniden durağa doğru gitmek üzere arkamı dönüp yürüyordum ki az önce başkasının yanında gördüğüm çocuk arkamda kalan iri gözlüye sesleniyordu.
'Mehmet, gel gel.Buldum!' derken gözlerinin içi gülüyordu.
Çok geçmeden bulduğunun onlara yemek ısmarlayacak biri olduğunu fark ettim.
Otobüste düşünürken onların gözlerini böylesine güldürenin yemek olmadığını anladım.
Yalan söylemeyi becerebildiklerine,kandırabildiklerine seviniyorlardı çocuk akıllarıyla.
İçim acıdı.
Derin bir nefes alırken kendime 'günün birinde kalp atışlarını içimde hissedeceğim bir parçamı dünyaya getirdiğimde ona ilk olarak içindeki saflığı koruması gerektiğini öğreteceğim' diye söz verdim.
Zaaflarımın hayata göz kırptığı buruk bir gündü ve ben yaşadım...

17 Şubat 2015 Salı

Farkındalık öyle olmaz böyle olur

Dün yaşanılan ağır ruh halinin üzerine bu sabah yine İpek olarak açtım gözlerimi.
Aynaya baktığımda yine oldukça ben görünüyordum.
Hazırlanıp okula gitmek üzere evden çıktım.
Okulun kapısından girmemle nüfusta değişiklik olmamasına rağmen kimlikte bir hayli azalma göze çarpıyordu.
Çünkü bugün sabah okula herkes Özgecan Aslan olarak gelmişti.
Bir sabaha Özgecan Aslan olarak gözlerini açabilmenin bu kadar kolay olabildiğine olan şaşkınlığımı insanlarla göz temasından kaçınarak gizlemeye çalıştım.
Uğultunun geldiği yöne doğru kafamı çevirdim.
Pür makyaj ve yapılı saçlara rağmen giyilmiş olan siyah kıyafetlerden çıkardığım sonuç doğruydu.
'Hepimiz Özgecanız' temalı bir konuşma yapılıp hep bir ağızdan sloganlar atılıyordu.
Hepsi Özgecan'dı da az önce arkamdan kahkahalar atarak gelen o kız değil miydi şu kalabalığın arasında diğerleri gibi sesini duyurmaya çalışan siyahlı?
Daha fazla izleyemedim.
Değişen hiçbir şey olmaması yüreğimi burktu.
Sorunun kaynağının 'farkındalık' kavramı olduğunu anladım.
Farkındalık kelimesinin 'fark etmekten' değil de 'fark ettirmekten' geldiğini sandıkları için böyle oluyordu.
Farkında olup olmadıkları değildi de sorun, farkında olduklarını fark ettirmekti çevredekilere.
Yani '...mış gibi' yapmalara bugün de ara vermeden devam edildi ülkemde.
Özgecan'ı içlerine işlemek yerine siyah kıyafetlerle üzerlerine yapıştırmayı tercih ettiler.
Ve muhtemelen akşam eve gidip üstündekileri çıkarmalarıyla minik Özgecan serüvenleri de sona erdi.
Bu hep böyle değil miydi ki?
Bir sabah Mardin'de on üç yaşında yirmi altı kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç'ydik.
Başka bir sabaha Mehtap Zengin olarak uyandık.
Bu sabah da Özgecan olmuşuz çok mu.
Böyle hassas bir konuda bile insanların kimliksizliğini görmeye,samimiyet yoksunu oluşunu hissetmeye tahammül edemedim.
Herkes mi öyleydi? Elbette değildi.
Ama bu sefer bardağın dolu tarafını görmeye gücüm yoktu.
Kan beynime sıçramış,içim yanıp kavrulmuş kurunun yanında yaşı da ateşe vermişim çok mu?
İçten içe kızdığım bir günün sonunda bende durumlar böyle anlayacağınız.
Hala yatışamamışken 'samimiyetsizliğinizin de ikiyüzlülüğünüzün de farkındalığını yaşıyorum' dedim ve bu yazıyı yazdım...

15 Şubat 2015 Pazar

Özge Canımızı Yaktın !

'Keşke'nin güzel ülkemde beş para etmediği bir gün daha.
'Ben bu sahneyi bir yerlerden hatırlıyorum' dediğim dejavunun bu denli tekrarına şaştığım bir gün daha.
Tüm sosyal medyanın aynı isimle çınladığı,insanların tek bedende bütünleşip sokaklara döküldüğü, yarınaysa hayatın herkes için aynı şekilde devam edeceği, ateşin düştüğü yeri yaktığı bir gün daha.
Acı.
Kanıksamak.
Şaşırdık mı?
Şaşırmadık.
Bu sabah gazetedeki manşetleri okumam yetmişti boğazımdaki düğümler için.
Detaylara bakamadım.Evde de duramadım.
Attım kendimi sabahtan sokağa. 
Her gittiğim yerde tüm detaylar en iç kanatıcı yerlerine vurgulana vurgulana anlatılıyordu.
Hayatla olan bağımı koparmak,hiçbir şey duymamak istedim.
En kestirme yolunu seçip kulaklığımı taktım.
Aynı şarkıyı defalarca en yüksek sesle dinledim.
Metroya yürüdüğümü fark etmeden yürüdüm.
O güzel yüzü bir an olsun aklımdan çıkaramıyordum.
Hala da çıkaramıyorum ya neyse...
Hayatımda hiç görmediğim,tanımadığım birinin tek fotoğraf karesinden tüm hayatını içimde yaşadım.
Tek açıdan gördüğüm bir fotoğrafın bu denli capcanlı,tüm detaylarıyla karşımda can buluvermesi durduğum yerde boğulduğumu hissettirdi.
Ağlamamak için gözlerimi sıkıca yumdum.
Bir süre sonra açtığımdaysa bana bakan bir çift gözle karşılaştım.
Bakışlarımı farklı yöne çevirmeme rağmen gözlerini üzerimde hissedebiliyordum.
O metrodaki tüm kızların yüzünde aynı insanı görürken tüm erkekler de benim için aynı insan olmuştu.
Dayanamadım daha fazla 'bakma bana!' dedim.
Sesim düşündüğümden daha yüksek çıkmıştı.
Donup kaldı.
Tabi kii böyle bir tepki beklemiyordu ve tabii ki ne yapacağını şaşırmıştı.
Şaşkınlığını atıp bakmaktan vazgeçmesini bekleyemedim ve bir durak önce indim.
Yol boyunca kendimdeydim ama kendim değildim.
Yürüdüğümü fark etmiyordum.
Bu sefer en yakın arkadaşını teşhis etmek zorunda kalan, belki de hayatının en zor sınavını vermiş olan o kızdım.
Hayat devam ederken o kız yerinde olmak ne zordu.
Hayat devam ederken 'ya ben olsaydım' sorusunu acımasızca kendime sormak zorunda kalmak ne zordu.
Böyle bir günde bile kendimi düşünüyor olmanın bencilliğiyle kendime kızdım.
Bu korkuyu bana yaşattıkları, bugün bile kendimi düşündürdükleri için vicdan köprüsünü yıkmış insanlara,onlara engel olamayanlara kızdım.
Bugün insanlığa olan inanç çiçeğim bilmem kaçıncı kez yeniden soldu.
Bugün kadın olmak güzel ülkemde her zamankinden zor değildi.
Yalnızca zorluğu çok daha fazla hissediliyordu...

14 Şubat 2015 Cumartesi

Sevgili sevgili

'İşte günüm aymaya başladı' derim içimden güneş batarken.
Turuncusunun giderek koyulaştığını görmemle açıveririm içimin pencerelerini.
Pencerelerim ne zaman açılsa nefes alışlarım sıklaşır, derinleşir.
Kalabalıkların içindeki yalnızlığımı o gürültünün patırtının arasından çekip çıkardığımda 'dünya varmış' der, yüzü güler.
O yüzden gece uykusu nedir bilmem sabah uykusuna doyamam ben.
Bir de aşık olduğum mavinin en çok lacivertine hayranımdır.
Günün beyazında gecenin siyahında değil lacivertinde yaşadığımı hissederim.
Lacivertin bile ne çok tonu vardır bir bilseniz.
On üç dakika içinde göz göze geldiğim lacivertin hangi tonunda daha çok hissedilir yalnızlık?
Siyaha en yakın tonunu seçtim bu gece kendim için.
Oysa herkesin kendini kırmızıya boyadığı rengarenklikten tek düzeliğe geçiş yaptığı dakikalardır şubatın on üçünü on dördüne bağlayan gece.
Aşkı kırmızıya boyadıkları için tüm gün yanımdan geçenleri yan yana dizip kırmızının tonlarıyla şekillenmiş bir vitrine benzeteceğim ve onlar bunun farkında bile olmayacaklar.
Peki sizce kırmızının hangi tonunda daha çok hissedilir aşk?
Siyahla boğulduğu tonları mı yoksa beyazla kırmızılığından ödün verdikleri mi?
Bana kalırsa saygıyla dizginlenebilen her tonu yaşanılasıdır aşkın.
Ben on dört şubat için kutlamalara değil de kutlamalar için on dört şubata inananlardanım.
Nasıl mı?
Şöyle ki:Duygu gösterme özürlü bir toplum oluşumuzun getirdiği bu eksiklik insanın hayatında kocaman içi boş bir delik açar.
İçten içe büyütülen minik bir tomurcuktur aşk.
Zamanı geldiğinde açılıp güzelleşecek olan tomurcuğun dış kuvvetlerce dönüşümünün engellenmesi gibidir insanın içindekileri bastırma çabası.
Hissettiği her şeyi kelimelere dökebilecek kelime dağarcığına sahiptir de bizim şakıyan bülbül konu aşk olunca süt dökmüş ama kuyruğu dik tutan kediye döner.
Sütü döken mahçup kedi kıvranır durur.
Kendi etrafında döndüğü yetmez etrafındakileri de attığı voltalarla bir hayli sıkar.
Sıkmasına sıkar da dile gelmeme konusundaki inatçılığını kenara bırakıvermez.
İşte özel günler dediklerimiz tam bu noktada içimizde büyüttüğümüz ,duygularımıza ket vuran, her şeyi(kimisi buna erkeklik der kimisi gurur) alır biraz dolaşmaya çıkarır.
Çoğumuz böylesi her özel günde 'hay Allah yine dolaşmaya çıktılar yapacak bir şey yok artık' cümlesinin ete kemiğe bürünen haliymiş gibi davransak da içimizden 'oh be' deyişimizi kimse duymaz.
Kimsenin duymayışı içimize su serper.
Sonra başlarız bülbül gibi şakımaya.
İçimizde açan çiçeklerin renklerini, gökkuşağını,hiç batmayan güneşi anlatırız uzuun uzun.
Her detayda karşımızda daha da çok gülen gözleri gördükçe iyiden iyiye gaza geliriz.
Anlattıkça anlatırız.
Susmak nedir unuturuz.
Önümüzde yalnızca yirmi dört saat vardır.Kısa programda çalıştırırız duyguları hissettirme gücümüzü.
O yüzden özeldir özel günler.
Tatları damakta kaldığı için.
İçimizdekini en hissettiğimiz en çok hissettirebildiğimiz günler olduğu için.
Aslında en değerli hediyeyi karşısındakine değil de kendine verir insan.
Çünkü çoğu zaman olmadığı kadar şeffaftır duyguları kendine karşı.
Umarım duygularınızın üstüne bastırdığınız o güç ile bu özel gün el ele tutuşup parka diye çıkarlar ve bir daha asla geri dönmezler.
Sevin.
Sevilmekten daha güzel olduğunu hissedene dek sevin.
Nazan Bekiroğlu'nun Nar Ağacı romanında kurduğu 'Allah'ım ne zaman istersen al canımı ama bugün değil.Bu duygu kalbimdeyken yazık olur'u içinizden geçirdiğiniz kıpkırmızı bir gün olsun.

Not:Bugün kırmızıya boyanamamış, içinde kelebekler uçuramamış hayatlara her dinleyişimde içimde hissettiğim bu şarkıyı armağan ediyorum. Keyifli dinlemeler

12 Şubat 2015 Perşembe

Hayatımın rolü !

Teknolojinin hayatımızı ele geçirmesi hakkında yazabileceğim fikrini bir tanıdık değil bir bildik vermişti yakın bir geçmişte.
Bildik,hani şu bildiğimiz ama çok da tanımadıklarımızdan.
Fikri çok sevdim ama kendi içimde yoğuramadığım için kelimelere bir türlü dökememiştim zamanında.
Bende koymuştum bir kenara günün birinde kullanırım belki diye tıpkı giyerim bir gün diyerek alıp giymeden eskittiğim giysilerim gibi.
Bu güzelim fikir de tam eskimeye yüz tutmuştu ki onu hayata döndüren az önce karşılaştığım bir değil birkaç fotoğraf oldu.
Olur ya o an bir ampul yanıverdi başımın üstünde ya da aklımın içinde.
Teknoloji, hayatımızı tam olarak ele geçirmedi de ikiye böldü galiba.
Her birimiz zamanı geldiğinde kopmayı bekleyen, dalında bir elmaydık ki teknoloji hayatımızı dalından koparmadan ikiye ayırıverdi.
Kopup yere düşen bir yarımız zamanla karardı, çürümeye yüz tuttu.
Giderek bir yanımızın daha çok daha da çok çürüdüğünü her gün fotoğraflarda daha çok daha da çok gösterilen dişlerden, 'mutluluktan ölüyorum' pozlarından anlıyorum.
Benim bir ömre sığdırmayı düşünemediğim mutluluğu bir fotoğraf karesine sığdırıvermesiyle kendini ele veriyor.
Biraz üzerine düşünce durumun ciddiyeti beni hüzünlere gark ediyor.
Her geçen gün ana haber bültenlerinde, gazetelerde intihar haberleriyle sarsılma olasılığımız böylesine hızını alamamış giderken aynı insanların yüzündeki mutluluğun günden güne artması samimi gelmediği için vermek istedikleri 'mutluyum' mesajını ısrarla telesekretere düşürüyorum ve dinlemeden siliyorum.
Çünkü bana kalırsa depresyonun farklı versiyonları pek çoğumuzun hayatında sıkça gezinir vaziyette.
Amansız bir hastalık gibi.
Ve hastalığını herkesten saklamaya çalışan herkes gibi içinden mutluluk taşırılmış fotoğraflarımızı sapasağlam oluşumuzun belgesi olarak gururla sunuyoruz.
Kendimizi inandıramadığımız 'yıkılmadım' ayaklarını başkalarına yutturmaya çalışıyoruz.
Biriyle değil kendimizle olan derdimizden daha çok.
Harika bir hayatımız olduğu sanısı hayatımızı harika yapacakmış hissi veriyor belki de...
'Her zaman yanındayım'ı duyabileceğimiz insan sayısıyla ters orantılı olarak fotoğraflardaki insan sayısı artıyor.Artması bize değil de yalnızlığımıza iyi geliyor belki de...
Belki de böyle bir umuttu yine yaşatan insanı...
Kim bilir...
Hayat tek perdelik bir oyun gibi.
Her birimiz kendi hayatımızın senaristi,yönetmeni hatta başrolüyüz ve en güzel performansımızı salon boşken değil seyirci varken sergiliyoruz.
Önemli olan kendimize duyduğumuz saygımız değil saygınlığımız çünkü.
Ya da bize öyle geliyor.
Hayatta 'alkışlanmak' gururumuzu okşadığı için biz olmaktan, çoğu zaman biz olarak yaşamaktan vazgeçiyoruz.
'El alem ne der' kalıbı nereden geliyor sanıyorsunuz?İçimizde böyle günler için saklı kalmış, hayatımıza son şeklini veren gerçek bir sorudur kendisi.
İnsan başkalarına mâl ettiği hayata gözü gibi bakıyor anlayacağınız.
Yarın kendiniz için kendiniz olarak yaşadığınız güzel bir gün olsun.

10 Şubat 2015 Salı

Merkezdeki ben ve sen

Yol yorgunluğunun üzerine bir de hava değişikliğinden şifayı kaptığım bir günün sonunda erkenden kendimi uykunun kollarına bıraktım.
Saat gecenin (ya da sabahın) üçü, dördü gibi öncesinde rüyamda çaldığını sandığım kornanın gerçekte çaldığının ayırdına varıp gözlerimi araladım.
Dışarıda bir şeyler oluyordu.
Bir hışımla yataktan kalkıp pencereye koştum.
Işığı açmadan araladım perdeyi.
Görüş alanımda bir kıpırtı yoktu.
Ama aralıksız olarak çalmaya devam eden korna benim gibi pek çok kişinin ayaklanmasına sebep olmuştu.
Hatta perdelerini aralamakla kalmayıp bir süre sonra sokağa dökülen insanlar, sesin geldiği tarafa doğru yol aldılar.
Göremesem de duyulan seslerden neler olduğunu anlayabiliyordum.
En deli çağlarını yaşarken bir de aşka düşmüş gencecik bir üniversitelinin sesini duyuruşuydu arabadan gelen bu ses.
Belki içindeki yangının belki de söylemek isteyip de içinde kalanların sesi...
Tabii ki sarhoştu ve tabii ki pişmandı.
Bir süre insanlara rağmen çalmaya devam etti sonrasında çarenin bu olmadığını fark ettiği için elini kaldırdı kornadan.
Umutsuzlukla arabadan indiğini kapının açılış sesinden anladım.
İnsanlar söylene söylene evlerine dönerken bir adam inatla söylenmeye devam ediyordu.
Sokak giderek sessizleşti ve on beş dakika önce kornayla çınlayan bu sokak bu defa adamın haykırışlarıyla inliyordu.
'Gecenin bu saatinde uykumu böldünüz.Zorunda mıyım bunu çekmeye' cümlesini defalarca savururken sonuna soru işareti koymadığı çok belliydi.
Sonunda soru işareti olmayan bir cümle de ben sarf etmek istedim.
'Peki şimdi ben seni dinlemek zorunda mıyım!'
Karşı evdeki kadın iç sesim oldu ve penceresini açıp 'sus artık!' diye bağırdı.
Sesinin kaç desibelde çıktığının farkında olmadan bağırdı.
O an fark ettim ki insanoğlu hep böyle.
Kendine göre yanlış olanı düzeltmek adına üst üste yanlışlar yapıyor.
Yanlış yanlışı doğuruyor.
Sokağı çınlatan o sesin kendisine ait olduğunun farkında olmadan bağırıyorlardı.
Rahatsızlığını dile getirirken rahatsızlık verişine aldırmıyordu.
Kornayı çalan o genç bencil, onu azarlarken uykusunun bölünüşüne isyan eden adam ondan bencil,pencereyi açıp susmasını söylerken hepsinin sesini bastırmak için en çok bağıransa en bencildi.
O an hayat bencillikler silsilesi gibi önüme dizilivermişti.
O ana kadar başkalarına zarar vermediği sürece en sağlıklı olduğunu düşündüğüm yaşam formunun(bencilliğin) başkalarına ne denli zarar verdiğini gördüm.
Bulmamayı umarak dönüp hayatıma baktım ve kendimi başrol yaptığım pek çok örnekle burun buruna geldim
Daha çok üzüldüm.
John Locke ve Ayn Rand'ın sosyal gelişimin kökü olarak gösterdikleri bencilliğin, insan doğasından değil çevresel faktörlerden kaynaklandığını fark ettim.
Mevlana'nın dediği gibi bencillik gerçekten de göze takılmış bir ayna gibi.İnsan nereye bakarsa baksın yine kendini görüyor.
Dönüp dolaşıp ben merkezli hayatlara geldim.
Sonuç olarak yine yeni ve yeniden insanlardaki empati eksikliğine ulaştım.
Uykum kaçtı.
Açtım bir müzik ve bu yazıyı yazdım...