15 Şubat 2016 Pazartesi

Yeter ki aşk olsun.

Geçen günlerden birinde maillerim arasına adı bile yazmayan birinden bir mesaj düştü.
Tanımadığım insanlardan mesajlar aldığım olmuştu ama bu gelen farklıydı.
Çünkü bu sefer bana yöneltilmiş bir soruyla karşı karşıyaydım.
Mesajda şöyle diyordu: "Herkes aşkı yazarken yirmi üç yaşında olmana rağmen neden aşktan yazmıyorsun? "
Kendime biraz zaman verdim ve bu soruya verilebilecek doğru bir cevap aradım.
Aslında ben hep aşktan yazarım.
Aşık olduğum şeyleri yazarım.
Sadece aşkı iki kişiye indirgemem hepsi bu.
Ama bu sorudaki her kelimenin ardına iki kişinin saklandığı çok belliydi.
O iki kişi hayatlarında belki de en yaşanması gereken duyguyu yaşıyorlar.
Ev yapar gibi aşk yapıyorlar.
Temellerini atarken katlar çıkabilmek için sabırsızlanıyorlar.
Merdiven dayıyorlar birbirlerine.
Birinin kaldırıp koyamadığı o taşın altına diğeri sokuyor elini.
Saygı ile doldurdukları temelin ikinci katına güveni son katına aşklarını çıkıyorlar.
Bir gün her şey tepetaklak olsa bile saygı hep orada olsun diye.
Vakit varken ve aceleleri de yokken ellerini korkak alıştırmamaları gerektiğini öğreniyorlar yavaş yavaş.
Kendi elleriyle ve tamamen onlara ait olan bir şey yaratabiliyor olmak her geçen gün onları evleriyle birlikte daha az yerçekimli bir gezegene taşıyor.
Katları çıktıkça renkleniyor duvarları.
Tüm odalara kovalarca önce içlerini sonra kendilerini boşaltıyorlar.
Etrafa yerleştirilmiş, kırılabilecek pek çok şey için temkinli davranıyorlar ve birbirlerine sebepler veriyorlar zamanı geldiğinde affedici olabilmek için.
Bu sebepler, günü geldiğinde kırılan tüm parçaları eski haline getirebilecek kadar güçlü bir yapıştırıcı oluyor onlara.
Kırılan bir vazonun eskisinden bile daha sağlam olabildiği bir ev burası.
Zamanın, ara sıra uğrayıp, iç dökmeler esnasında etrafa saçılan dağınıklığı topladığı bir yer burası.
Yerli yerine oturdukça her şey, evin içinde sesler daha az yankılanmaya başlıyor.
Aşka düşmek diye bir kavramın olmadığına o pikabın çaprazında duran kanepede otururlarken karar veriyorlar.
Aşk düşülebilecek bir yer değildir çünkü.
Aşk olsa olsa yokuşları olan ve zirvesine tırmandığında tüm yıldızları gündüz gözüyle bile görebildiğin bir tepedir.
Aşka doğru çıkabilirsin mesela hatta belki koşarsın, kanatlanır uçarsın belki, kim bilir aşk bu.
İnsan ne zaman aşka çıkmayı bırakıp düşmeye başlar biliyor musun ?
Evin pencerelerini zorlayacak şeyler yaptığında.
Yalan söylediğinde mesela.
O evin pencereleri, esen sert rüzgara dayanamayıp kırıldığında kurulan tüm hayallerin de anıların da üstü tozla kaplanır.
İçeride hep olmasını dilediği kişinin önce elleri sonra kalbi buz keser.
Sonra ne olur biliyor musun?
İçini ısıtacak bir yerlere gider.
Tıpkı kuşlar gibi işte.
İçini ısıtacak o yer, iyi bir şeyler yaptığına inandığı günlerde "seninle gurur duyuyorum"u duyabileceği bir yerdir belki.
İçtenliği gibi iyi niyetini de ispatlamak hatta kendini anlatmak zorunda kalmayacağı bir yerdir belki.
Git geller yaşamayacağı yaşatmayacağı bir yerdir belki de.
Neresi olursa olsun...
Yeter ki aşk olsun...


Keyifle dinleyin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder