28 Ağustos 2015 Cuma

Dil vejetaryeni oldum.

Saat yedi olmadan yetişmem gerekiyordu.
Fakat yolun ortasında o eski ama değilmiş gibi yapan binanın önünde çakılı kaldım.
Ayaklarım yere dünyanın işini en iyi yapan yapıştırıcısıyla yapıştırılmış gibiydi.
O binanın önünde bana bakan gözlerle gözlerimi buluşturmayalı yıllar olmuştu.
Yıllarca rahatlıkla girip çıkabildiğim, hatta kızı gibi hissettiğim o evin alnı kırışmış,saçları kırlaşmış sahibiydi.
Gözlerine bakınca o küçük kız oluverdim bir anda.
Bir farkla..
Artık o gözler beni kucaklamıyor yalnızca benimle selamlaşıyorlardı.
Bir zamanlar içlerini kavanoz yapıp akıttığım sevgim zamanla buhar olmuş kapaktan sızmıştı belli ki.
İçim burkuldu.
Ne zaman hüzünlensem içimde kopan fırtınaların sesi ağzımdan yüksek çıkmaya başlar,beni tanıyanlar iyi bilir.
Beni tanıyordu ama bunu bilmiyordu.
Öyleyse tanımıyordu beni yalnızca biliyordu artık.
Çocukluğumu biliyordu.
Saçlarımı gergince topladığımı biliyordu mesela.
Artık neden toplamadığımı bilmiyordu.
En sevdiğim dersin matematik olduğunu ama kompozisyon yazmayı hepsinden çok sevdiğimi biliyordu.
Bugünlerde ara ara özleyip matematik soruları çözdüğümü bilmiyordu.
Sınıf başkanı olduğumu, herkes sussun diye kafadan oyunlar uydurduğumu biliyordu.
Feministliğimin ayak seslerini ilk o duymuştu mesela.
Aklımdan geçenlerin hepsine bir eşittir koyup 'peki şimdi neden..' ile başlayan cümleler dilimin ucuna gelmişti ki tuttum hemen dilimi.
Tam ucundaydı halbuki.Hazırdı söyleyeceklerim.
Ama biliyordum söyleyeceklerim gündüz rahatlatacak gece uyutmayacak bir ilaç gibiydi.
Öyle mi düşünür böyle mi düşünmüştürlerin eli dipsiz bir kuyunun ortanca katı gibidir.
Bir kez düşmeye görsün insan.
En alt katı ise dedikodudur.
Bir yerde okudum daha yeni.İnsan dedikodu yaparken bir çöpü hem kapının önüne hem de evinin içine bırakır gibi düşünmeliymiş.
Ne güzel benzetme.
Konuyu değiştirdim bende.
Havadan sudan bahsettim biraz.
Hafif hafif gülümsedim anlattıklarına.
Sonra acelem olduğunu,gitmem gerektiğini bacaklarımın kıpırdanışından anladı.
İyi bak kendine dedi.Söz verdim.
Yürüdüm hızlı adımlarla.
Dilimi tuttuğum bir gündü ve ben ruhumu hafiflettim.

27 Ağustos 2015 Perşembe

Korkmaktan korkma

'Benimki ne kadar?' diye sordu birkaç parça aldığı şeyi göstererek.
Gözlerimin önünde büyüyüverdi bir anda.
Ne kadar da annemsi bir sözdü.
Bazen size de olmuyor mu?
Bazı cümleler baştan aşağıya dikilmiş bir elbise gibi giydiriliveriyor insana.
Her gün biraz daha yapışıyor üstüne o elbise.
Ne zaman duysam o geliyor aklıma.
Sonra yürüdük biraz daha.
Yüreğinden öpüp uğurladım onu köşenin birinden.
Yavaş yavaş yolda ilerlerken o veya bu şekilde hayatımı alıp karşısına oturtan ve ciddi bir konuşma yapan insanları düşündüm.
Hayatın aslında tek diş fırçalı ama çift terlikli bir ev olduğunu hayal ettim.
Kimseye 'bugün yatıya kalır mısın?' demediğimi fark ettim.
Meğer ben hep 'yatıya kalsana'daki samimiyetten korkmuşum.
Ama yine de bazen hayatım birilerinin evinde gecenin geç saatlerinde terliklerle dans etmiş.
Belki hiçbir terlik tam ayağına oturmadığı için yerini yadırgadı.
Belki terlikle gezmeyi zaten sevmezdi.
Belki de bunların hepsi birer bahaneydi.
Öyle ya da böyle hayatım birilerinin evinde kalmış olsa da hep benim yanımda uykuya daldı.
Uyurken ne kadar da savunmasız olduğunu kimse görmesin diye ona söz geçirebilmeyi öğrendim zamanla.
Uyumadan önce bazen saatlerce karşılıklı oturup aramıza büyük büyük hendekler açtık.
Hayatıma uzaktan baktığımda yaşarken fark edemediğim ne çok şeyi fark ediyordum, şaşırdım.
Yanı başında büyüdükçe büyüyen şeyler uzaktan bakıldığında ne kadar da küçüktü.
Bende miydi sorun yoksa uzaktan bakabilenlerde miydi?
Bunun cevabını kendime veremedim.
Belki de bir kez daha kendime karşı dürüst olmak korkuttu beni.
'Korkmaktan korkma!' yazıyordu geçenlerde okuduğum bir dergide.
Bu sorunun cevabını kendinize verebiliyorsanız siz de affedebilmişsiniz belli ki.
Hem kendinizi,hem hepsini...

16 Ağustos 2015 Pazar

Atı alıp Üsküdar yolunda kaybolanlara.

Bir ata bindi ve hızla ilerlemeye başladı...
Hikayenin ilk cümlesi hep buydu.
Bazen sıkıca tutunduk bazen altımızdan kayıp gitti,kolumuzu kanadımızı kırdı.
Bazen ipler elimizdeydi,bazen ellerimizi havaya kaldırıp yer çekimi gerçeğini unutmak istedik.
Sonuçta hepimiz kendimizi zamanın kollarına amansızca bıraktık.
'Yok efendim ben hiçbir yere gitmiyorum'dediğimiz zamanlar da oldu.
Oldu olmasına da sonrasında zamanı yakalamak için daha çok daha da çok yorulduk.
O anların sonunda hep bir günde on yaş büyümenin nasıl bir duygu olduğunu anladık.
Amansız bir hastalık,eşsiz bir ilaç gibiydi.
Tıpkı hayatımdaki bazı insanlar gibi.
Ne yaparsam yapayım durduramadığım o at bazen beni ayaklarının altına alıp çifteler atıyormuş gibi hissediyorum.
Sebebi 'bir gün için değer mi...' ile başlayan cümlelerimdeki bir günlerin aslında beni inşa ediyor oluşuymuş.
'Bir gün için değermiş İpek' diyorum şimdilerde.
Çünkü o bir gün dediğim zaman dilimi birilerinin hayatına mürekkep olabiliyormuş.
O mürekkeple yazan eller bir şeylerin ters gittiğini anlayıp U dönüşüyle tanışabiliyormuş.
Mesela ben o gün kendi doğrularım için arkamı dönüp gitmemiş olsaydım çok başka bir yerde çok başka bir zamanda mürekkeplerimiz yeniden birbirine karışabilirdi.
'Çok geç'in aceleci olmayan anlamıyla da bu kadar erken tanışmazdım belki o zaman.
Belki...
Hayatımda duyduğum en üzücü kelime...
Bir de türevi var.Keşke...
'Keşke' ile başlayan cümleler duymak istemediğin için geçmişte 'belki' ile başlayanlarına razı oluyorsun.
Hayatın dönüm noktasını at dört nala koşarken bulmaya çalışıyorsun.
Dönenlere rağmen hala ilerliyor oluşun umutsuzluğun kenarına oturtuyor seni.
'Büyüyünce anlarsın' denen şeyleri anlamamaya devam ediyorsun.
'İleride düzelir, biz de öyleydik' diyenlere rağmen düzelen bir şey olmadığını görüyorsun.
İçin sıkılıyor.
O elbiseyi almadığına pişman oluyorsun.
Tekrar gittiğinde kalmadığını görüyorsun.
Tıpkı elini geçmişte bıraktığın insanlar gibi.
Kalmadığını görünce hırçınlaşıyorsun.
Bu arada aldığın yeni elbiseler ise sana çok yakışıyor.
Bir zaman sonra gözünün dönüşüne de onları yırtıp atışına da anlam veremiyorlar.
Giriş,gelişmeye değil de herkes gibi sonuca bakıyorlar.
Alçak sesle söylenen 'şunun şuyu da şöyleymiş' cümleleri farklı ses tonlarından duyulmaya başlıyor.
Kulak tıkıyorsun.
Ya da yalnızca '..mış gibi'yapıyorsun.
Böyle böyle insanların acımasız yüzüyle tanışıyorsun.
'Büyüyorum' diyorsun.
Atını sürerken önündekilere 'çekil yolumdan'demeyi öğreniyorsun.
Öğretiyorsun...

2 Ağustos 2015 Pazar

Senin için

Cevapsız kalırdı...
Özellikle çocukluğumda sorduğum 'neden' ile başlayan sorularım..
Bugünlerde yeni yeni o soruların cevapsız kalışına anlam verebiliyorum.
Cevapsız kalıyordu çünkü gördüklerim bir sorunun sebebi değil zaten cevabıydı.
Mesela, şimdilerde o kızı ne zaman görsem 'neden' ile başlayan tüm sorularıma on sekizli yaşları cevap veriyor.
Bundan bilmem kaç yıl öncesine ait dikdörtgen bir masada ders çalışırken beliriveriyor hafızamda.
Daha o zamanlarda, kaleminin ucuyla tahta masaya seri vuruşlar gerçekleştirirken bir balondan bir de uzaklardan bahsederdi.
"Uçsam" derdi.
Aradan yıllar geçti ve ben bugün o balonun tek kişilik olduğunu anladım.
O evden yalnızca ceplerine sabır doldurduğu ceketini alıp çıkmadığını fark ettim.
Boğazına düğüm olan her şeyi birleştirip omuzlarına halat yapmıştı.
O halat her adımında ağırlaşıyor ve kamburu oluyordu.
Ona baktığımı fark etmediği anların birinde gözlerini kırpmadan,tek bir ana odaklanmışken, tırnaklarını kemiriyordu.
O an 'ruhu kaygan bir mermer olanlardan olsaydın keşke sen de' diye geçirdim içimden.
O zaman ellerimle üzerine dökülen nefreti de silme şansım olurdu belki tıpkı kırılıp dökülen diğer şeyler gibi..
Oysa sen de süngerleşenlerdendin işte...
Gözlerinden belliydi.
Ruhunun makineden çıkartılıp kurumaya askıda bırakılmasına gönlün razı olmadığı için bugün şefkatle yıkanıp sevgiyle kurutulmayı bekliyorsun.
Bilmem, belki bu yazıyı okuyorsun.
Belki de senden bahsettiğimi anlıyorsun.
Belki aklının ucundan bile geçmezken içimden geçenlere tanık olup şaşırıyorsun.
Belki daldığın kara delikte beliren bir el olurum belki de kaybolurum.
Kim bilir...