26 Şubat 2015 Perşembe

Sev ve Değiştir Hayatı

Yorgunluğun, ayak bileklerimi sızlattığı bir gün sonu daha...
Yatağım, yastığım karşıdan bana göz kırparken bu yazıyı yazmazsam sabaha unutulan her ayrıntısı için kendime kızacağım aklıma geldi.
Bende silkelenip kendime geldim, bir kahve koydum ve geçtim bilgisayar başına (02.34).
45 sanatçı..
23 sahne değişimi..
270'ten fazla kostüm..
3 boyutlu dijital bir sahne..
13 tır dolusu dekor,kostüm ve teknik donanım..
8 ayda 154 oyun 400.000 seyirci..
Ve huzurlarınızda Shakespeare'in 420 yıl önceki hayali, bugünün hayal gücüyle,Romeo ve Juliet.
Aylar öncesinden aldığımız biletler için haftalardır gün sayarken o çarşamba geldi çattı geçti bitti gitti.
Müzikalin geleceğini ilk duyduğum anda kurduğum "üç boyutlu, ne kadar iyi olabilir ki" cümlesiyle soru sormadığım her halimden anlaşılıyordu.
Hayatımı avucunun içine alan ön yargılarım, istemsizce verdiğim ilk tepkiyle beni yine şaşırtmamıştı.
'Ön yargılara kukla olmuş hayat' size de çok yabancı gelmedi değil mi?
Şimdi aylar öncesinde kurduğum o cümlenin sonundaki noktayı kaldırıp 'en fazla bu kadar iyi olabilirmiş' demek istiyorum.
Yeri geldiğinde o ana çakılı kaldığımız hissi uyandıran zamanın bazen akıp gidebilen bir kavram olduğunu gördüm.
Saate iki bakışımın arasında iki saat geçmiş olması tam anlamıyla hipnotize olduğumun en büyük kanıtıydı.
Bir baktım Montesquieu'lerin evinde perdenin arkasına saklanmış biriydim çok geçmedi Capulet'lerin balkonundan bakıyordum.
Hele Romeo'nun can dostu,yol arkadaşı Mercutio'nun kavga sahnesinin ardından gelen ölümüyle oyunculuğun tam olarak ne demek olduğunu bir kez daha gördüm.
Bir insan ölü taklidi yaparken en fazla bu kadar ölebilirdi.
Sesi,beden dili,hayran bırakan oyunculuğu,omzuna dökülen sarı saçları belki de kurduğu cümleler,hangisinden daha çok etkilendim bilemiyorum.
Bir de Juliet'in dadısı vardı ki...
Tiyatroya olan aşkımı dürtüp uyandıran,sesim güzel olsaydı ile başlayan keşkelerimin sebebiydi o tek başına sahnede devleşen kadın.
Aşkı da çaresizliği de iliklerime kadar hissettiğim,tadı damağımda,şarkıları kulağımda kalan bir geceydi.
Unutulmazlarımın hemen yanında bulunan iyikilerime hızlı bir giriş yapan bir geceydi.
Zaman zaman hayatta sevginin yürekte olamadığı gözde olduğu gerçeği suratıma sert rüzgarını üflese de adı aşk olduğunda her şeyin nasıl da renk değiştirdiğini fark ettim.
Hem ne demiş Romeo 'sev ve değiştir hayatı'.
Aşk adı verilmiş,koğuşlarının her biri kişiye özgülenmiş, hapishaneler size bir ömürlük özgürlük versin.
Çok sevin.
Sevilmekten daha güzel olduğunu fark edene dek sevin.
Bakmak sevmeyi uyandırır.
Kendi gözlerinizle bakın hayata.
Yaşayın..Hayat samimiyet ve istektir.
Yaşayın..Hayat mutluluk ve hakikattir.
Güzel bir gündü ve ben yaşadım.
Romeo e Giulietta

Not:Broadway'in efsanevi müzikali The Phantom of the Opera (Operadaki Hayalet) 08-26 nisan 2015'te İstanbul'da.Orada görüşmek üzere.


23 Şubat 2015 Pazartesi

Merhaba ben öldüm.

Bir sabah baş ağrısıyla uyanır mısınız bazen?
Bu sabah uyandığımda başımda dindiremediğim bir ağrı vardı.
Ağrı kesicinin etki edemeyeceğini bildiklerimdendi.
Hayatım boyunca böyle şiddetlisini yaşadığım olmamıştı.
Hayatım demişken biraz kendimden bahsedeyim en iyisi size.
Manisa'nın Akhisar ilçesinde doğup büyürken hayallerini de beraberinde,içinde bir çiçek gibi büyütmüş,annesinin tazecik fidanı,babasının biricik kızıyım ben.
Ya da öyleydim düne kadar...
Bakmayın di'li geçmiş zamanı cümle içinde kullanmak için çok gencim aslında.
Üç tarafı denizlerle kaplı bir yerde,dört tarafı öfkeyle kaplı insanlar arasında boğulmamaya çalışarak geldim bugünlere.
Ya da gelmiştim işte...
Sistem tarafından acımasızca işkenceye maruz bırakılan demokrasinin ve yanında saçından tutup gezdirdiği eşitliğin gözlerimin önünde can çekişini ağlayarak izledim ben.
İşkence tatmin edicidir.Ama tatmin kelimesini çıkarırsak eylemin iç boşalır.
Uğradığı işkenceyle yüzü gözü dağılmış bir düzenin içinde hayatta kalmaya çalışan,aksayarak yürüyen hayatımın tutunduğu koltuk değneğiyim ben.
Değneğiydim daha doğrusu...
Yaşıtlarımın alev alev yanmasına da tanıklık ettim namus adı verilmiş tuzağın içine acımasızca bırakılışına da.
Onlar için sokaklarda da yürüdüm.
Çığlıklar da attım.
Kızdım da.
Yeri geldi sövdüm de.
Ülkem için tencere tabak da kaldırdım ben.
Hayallerimin,arzularımın,planlarımın arasına başka hayatlar da sığdırmaya çalıştım.
Bir gün kendim olarak yaşamak,yaptıklarımla anılmaktı en büyük hayalim.
Sesimi duyurduğumda nefes aldığımı,yaşıyorum diyebildiğimi görün istedim.
Din adı verip arkasına saklandığınız hatta sakladıklarınız yüzünden bugün soğuk bedenim.
Yozlaşmayı ete kemiğe büründürüp çocuklarınıza aşıladığınız için yirmi dört saat önce ateşi her zerremde hissettim ben.
Hani bana bahşedilmiş bu hayatı bahşedenden başkası alamazdı?
Hani kaderdi.
Hani günahtı.
Hani namustu.
Hani Kur'andı,kitaptı.
Bedenimi ateşe verirken hangisini düşündün?
Mini etek giydiğimden mi toprağın altında şu an bedenim?
Topuklarıma mı bileklerime mi karşı koyamadın?
Söyle bu sefer neydi günahım?
Hangi öfkeydi benden çıkan?
Hangi bastırılmışlık,sindirememişlikti?
Nasıl bir nefretti bu içindeki?
Nasıl böylesine dönebildi gözün?
Gözümü sonsuzluğa kapattığım anki fotoğraf karesinden yaşayabilsen keşke hayatı.
Üç tarafı denizlerle kaplanmış bu kara parçasının içinde yaradanın verdiği canımı iki kere düşünmeden elimden alıp en büyük şirki koşmuşken sen, rahat uyuyabildin mi dün gece?
Ben kim miyim?
Adımı henüz bilmiyorsunuz ama bana kısaca Özgecan diyorsunuz.
Şimdi bildiniz değil mi?
Ben hayalleriyle,umutlarıyla,yarınlarıyla birlikte ateşe verilip üstü toprakla kapatılmış onsekiz yaşındaki o kızım...

21 Şubat 2015 Cumartesi

Griye Batırılmış Hayat

Dün yine etrafın beyaza büründüğü,soğuk rüzgarın yüzüme çarpıp beni kendime getirdiği bir gündü.
Kardan dolayı evde mahsur kaldığımız iki günün ardından havayla buluşturduğum bedenim nefes aldığını hissediyordu.
Havayla olan yakınlığımızın yerini otobüs camlarına bırakmak istemediğimden olabildiğine yavaş ve küçük atıyordum adımlarımı.
Bir süre durakta bekledim,insanları seyrettim.
Bir anda boyu belime gelen,esmer,temiz yüzlü bir çocuk belirdi yanımda.
Kulaklığımın olduğunu fark etmediğinden nefes almadan konuşmaya başladı.
Ağız hareketlerinden onu anlamayı denedim bir süre.
Bu konuda günlük hayatta pek çok kez başarılı sayılabilmiş olmama rağmen hızına yetişemedim ve çareyi kulaklığımın birini çıkarmakta buldum.
Çıkardığımı fark etmesine rağmen kendini tekrarlamadan soru soran gözlerle bakıyordu.
"Ne dediğini anlamadım" derken "tekrar eder misin?" demek istiyordum.
Anlamadı.
"Para istemeyeceğim, yemek alır mısın bana?" dedi.
Bu sorunun ardından geçen beş saniyede geçmişe gidip geldim.
Yakın bir zaman önce aynı soruyla karşıma gelen bir çocuğu kolundan tuttuğum gibi pastaneye götürdüğümü anımsadım.
Karşıma oturtmuştum.O hikayesini anlattı, ben sarılma isteğiyle doldum.
Bu konularda büyükşehire alışamama sorunsalı hala şiddetli biçimde kendini gösteriyor olacak ki 'acaba'yı aklıma bile getirmemiştim.
Ta ki çocuk yanımdan ayrılıp, 'Hep böyle kandırıyorlar.Hepsinde aynı hayat hikayesi adı bile sahte' deyip buruk olduğu kadar çarpık gülümsemesiyle yanımdan geçip giden adama kadar.
Afallamıştım.'Yok canım' dedim kendi kendime.
Bu kadar rahat, duraksamadan,her kenara kıstıracak soruma karşılık kıvrak cevaplar veremeyecek kadar küçük,çocuk o daha, diye geçirdim içimden.
Kendimi avuttuğum sözlerin çocuklara olan zaafımı kurşun gibi delip geçmesi çok değil üç dakika sonrasında,beş dakika önce yanımda oturup,hikayesiyle yüreğimi burkan o çocuğun başka bir arkadaşıyla konuşmasına şahit olmamla,gerçekleşti.
Beni fark etmemiş olacak ki "bugün de akşam yemeğini çıkardık, gidip bir yerlerden para bulup sigara alalım" deyip gülerken hiç eksiklenmedi.
O an kendime bir daha bu oyuna gelmeyeceğime dair söz vermiştim.
Beş saniyenin sonunda kocaman soru işaretli gözlere geri döndüğümü fark ettim.
Gözlerimi kaçırmamla silkelenip kendime gelmem bir oldu.
"Başkalarından istenmez böyle"diyemedim.Mahçup olur,gururu kırılır diye korktum.
"Evinde yesene yemeğini dışarıdaki yemekler temiz değildir" dedim en masum cümle buymuş gibi geldiği için.
'Yemek pişmiyor evde, annem babam çalışıyor ben harçlığımı çıkarıyorum' diye geveledi ağzında.
Yalan söylüyordu.
Kızdım.Ona değil.Küçücük bir çocuğu yalanı bu denli kolay söyleyebilecek hale getirenlere.
Hem de ne kızmak.
Söyledikleri doğru değildi belki ama yaşadıkları kolay mıdır?' diye düşündüm.
Kolay olsa bu soğukta burada ne işi vardı ki?
Tüm bu cümleler kafamda dönüp dururken ona yemek alma fikri meşrulaşıyordu içimde.
Vicdanımla aklım arasında kalan elimi bir kez daha vicdanıma götürmüş, peşime onu takıp yola koyulmuştum ki birkaç adım sonrasında yanımdakine 'hadi iyisin'anlamına gelen yamuk gülüşün sahibi dağınık saçlı çocuğu gördüm.
O an durdum.İyilik yapmadığımı anladım.
Ben duraksayınca o da durdu.
'Yemek almayacak mısın abla?' dedi.
Göz göze gelmeden 'yok alamayacağım, gitmem lazım' dedim.
Gözlerine bakarsam zaafıma yenilirdim,biliyordum.
Zaaf,kendimizi bir türlü eğitemediğimiz yönümüz değil midir zaten?
Ne yaşarsam yaşayayım çocuklara olan zaafım konusundaki eğitim hayatım her seferinde zaman aşımına uğruyordu sanki.
Eline çantamdan çıkardığım bisküviyi tutuşturup yeniden durağa doğru gitmek üzere arkamı dönüp yürüyordum ki az önce başkasının yanında gördüğüm çocuk arkamda kalan iri gözlüye sesleniyordu.
'Mehmet, gel gel.Buldum!' derken gözlerinin içi gülüyordu.
Çok geçmeden bulduğunun onlara yemek ısmarlayacak biri olduğunu fark ettim.
Otobüste düşünürken onların gözlerini böylesine güldürenin yemek olmadığını anladım.
Yalan söylemeyi becerebildiklerine,kandırabildiklerine seviniyorlardı çocuk akıllarıyla.
İçim acıdı.
Derin bir nefes alırken kendime 'günün birinde kalp atışlarını içimde hissedeceğim bir parçamı dünyaya getirdiğimde ona ilk olarak içindeki saflığı koruması gerektiğini öğreteceğim' diye söz verdim.
Zaaflarımın hayata göz kırptığı buruk bir gündü ve ben yaşadım...

17 Şubat 2015 Salı

Farkındalık öyle olmaz böyle olur

Dün yaşanılan ağır ruh halinin üzerine bu sabah yine İpek olarak açtım gözlerimi.
Aynaya baktığımda yine oldukça ben görünüyordum.
Hazırlanıp okula gitmek üzere evden çıktım.
Okulun kapısından girmemle nüfusta değişiklik olmamasına rağmen kimlikte bir hayli azalma göze çarpıyordu.
Çünkü bugün sabah okula herkes Özgecan Aslan olarak gelmişti.
Bir sabaha Özgecan Aslan olarak gözlerini açabilmenin bu kadar kolay olabildiğine olan şaşkınlığımı insanlarla göz temasından kaçınarak gizlemeye çalıştım.
Uğultunun geldiği yöne doğru kafamı çevirdim.
Pür makyaj ve yapılı saçlara rağmen giyilmiş olan siyah kıyafetlerden çıkardığım sonuç doğruydu.
'Hepimiz Özgecanız' temalı bir konuşma yapılıp hep bir ağızdan sloganlar atılıyordu.
Hepsi Özgecan'dı da az önce arkamdan kahkahalar atarak gelen o kız değil miydi şu kalabalığın arasında diğerleri gibi sesini duyurmaya çalışan siyahlı?
Daha fazla izleyemedim.
Değişen hiçbir şey olmaması yüreğimi burktu.
Sorunun kaynağının 'farkındalık' kavramı olduğunu anladım.
Farkındalık kelimesinin 'fark etmekten' değil de 'fark ettirmekten' geldiğini sandıkları için böyle oluyordu.
Farkında olup olmadıkları değildi de sorun, farkında olduklarını fark ettirmekti çevredekilere.
Yani '...mış gibi' yapmalara bugün de ara vermeden devam edildi ülkemde.
Özgecan'ı içlerine işlemek yerine siyah kıyafetlerle üzerlerine yapıştırmayı tercih ettiler.
Ve muhtemelen akşam eve gidip üstündekileri çıkarmalarıyla minik Özgecan serüvenleri de sona erdi.
Bu hep böyle değil miydi ki?
Bir sabah Mardin'de on üç yaşında yirmi altı kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç'ydik.
Başka bir sabaha Mehtap Zengin olarak uyandık.
Bu sabah da Özgecan olmuşuz çok mu.
Böyle hassas bir konuda bile insanların kimliksizliğini görmeye,samimiyet yoksunu oluşunu hissetmeye tahammül edemedim.
Herkes mi öyleydi? Elbette değildi.
Ama bu sefer bardağın dolu tarafını görmeye gücüm yoktu.
Kan beynime sıçramış,içim yanıp kavrulmuş kurunun yanında yaşı da ateşe vermişim çok mu?
İçten içe kızdığım bir günün sonunda bende durumlar böyle anlayacağınız.
Hala yatışamamışken 'samimiyetsizliğinizin de ikiyüzlülüğünüzün de farkındalığını yaşıyorum' dedim ve bu yazıyı yazdım...

15 Şubat 2015 Pazar

Özge Canımızı Yaktın !

'Keşke'nin güzel ülkemde beş para etmediği bir gün daha.
'Ben bu sahneyi bir yerlerden hatırlıyorum' dediğim dejavunun bu denli tekrarına şaştığım bir gün daha.
Tüm sosyal medyanın aynı isimle çınladığı,insanların tek bedende bütünleşip sokaklara döküldüğü, yarınaysa hayatın herkes için aynı şekilde devam edeceği, ateşin düştüğü yeri yaktığı bir gün daha.
Acı.
Kanıksamak.
Şaşırdık mı?
Şaşırmadık.
Bu sabah gazetedeki manşetleri okumam yetmişti boğazımdaki düğümler için.
Detaylara bakamadım.Evde de duramadım.
Attım kendimi sabahtan sokağa. 
Her gittiğim yerde tüm detaylar en iç kanatıcı yerlerine vurgulana vurgulana anlatılıyordu.
Hayatla olan bağımı koparmak,hiçbir şey duymamak istedim.
En kestirme yolunu seçip kulaklığımı taktım.
Aynı şarkıyı defalarca en yüksek sesle dinledim.
Metroya yürüdüğümü fark etmeden yürüdüm.
O güzel yüzü bir an olsun aklımdan çıkaramıyordum.
Hala da çıkaramıyorum ya neyse...
Hayatımda hiç görmediğim,tanımadığım birinin tek fotoğraf karesinden tüm hayatını içimde yaşadım.
Tek açıdan gördüğüm bir fotoğrafın bu denli capcanlı,tüm detaylarıyla karşımda can buluvermesi durduğum yerde boğulduğumu hissettirdi.
Ağlamamak için gözlerimi sıkıca yumdum.
Bir süre sonra açtığımdaysa bana bakan bir çift gözle karşılaştım.
Bakışlarımı farklı yöne çevirmeme rağmen gözlerini üzerimde hissedebiliyordum.
O metrodaki tüm kızların yüzünde aynı insanı görürken tüm erkekler de benim için aynı insan olmuştu.
Dayanamadım daha fazla 'bakma bana!' dedim.
Sesim düşündüğümden daha yüksek çıkmıştı.
Donup kaldı.
Tabi kii böyle bir tepki beklemiyordu ve tabii ki ne yapacağını şaşırmıştı.
Şaşkınlığını atıp bakmaktan vazgeçmesini bekleyemedim ve bir durak önce indim.
Yol boyunca kendimdeydim ama kendim değildim.
Yürüdüğümü fark etmiyordum.
Bu sefer en yakın arkadaşını teşhis etmek zorunda kalan, belki de hayatının en zor sınavını vermiş olan o kızdım.
Hayat devam ederken o kız yerinde olmak ne zordu.
Hayat devam ederken 'ya ben olsaydım' sorusunu acımasızca kendime sormak zorunda kalmak ne zordu.
Böyle bir günde bile kendimi düşünüyor olmanın bencilliğiyle kendime kızdım.
Bu korkuyu bana yaşattıkları, bugün bile kendimi düşündürdükleri için vicdan köprüsünü yıkmış insanlara,onlara engel olamayanlara kızdım.
Bugün insanlığa olan inanç çiçeğim bilmem kaçıncı kez yeniden soldu.
Bugün kadın olmak güzel ülkemde her zamankinden zor değildi.
Yalnızca zorluğu çok daha fazla hissediliyordu...

14 Şubat 2015 Cumartesi

Sevgili sevgili

'İşte günüm aymaya başladı' derim içimden güneş batarken.
Turuncusunun giderek koyulaştığını görmemle açıveririm içimin pencerelerini.
Pencerelerim ne zaman açılsa nefes alışlarım sıklaşır, derinleşir.
Kalabalıkların içindeki yalnızlığımı o gürültünün patırtının arasından çekip çıkardığımda 'dünya varmış' der, yüzü güler.
O yüzden gece uykusu nedir bilmem sabah uykusuna doyamam ben.
Bir de aşık olduğum mavinin en çok lacivertine hayranımdır.
Günün beyazında gecenin siyahında değil lacivertinde yaşadığımı hissederim.
Lacivertin bile ne çok tonu vardır bir bilseniz.
On üç dakika içinde göz göze geldiğim lacivertin hangi tonunda daha çok hissedilir yalnızlık?
Siyaha en yakın tonunu seçtim bu gece kendim için.
Oysa herkesin kendini kırmızıya boyadığı rengarenklikten tek düzeliğe geçiş yaptığı dakikalardır şubatın on üçünü on dördüne bağlayan gece.
Aşkı kırmızıya boyadıkları için tüm gün yanımdan geçenleri yan yana dizip kırmızının tonlarıyla şekillenmiş bir vitrine benzeteceğim ve onlar bunun farkında bile olmayacaklar.
Peki sizce kırmızının hangi tonunda daha çok hissedilir aşk?
Siyahla boğulduğu tonları mı yoksa beyazla kırmızılığından ödün verdikleri mi?
Bana kalırsa saygıyla dizginlenebilen her tonu yaşanılasıdır aşkın.
Ben on dört şubat için kutlamalara değil de kutlamalar için on dört şubata inananlardanım.
Nasıl mı?
Şöyle ki:Duygu gösterme özürlü bir toplum oluşumuzun getirdiği bu eksiklik insanın hayatında kocaman içi boş bir delik açar.
İçten içe büyütülen minik bir tomurcuktur aşk.
Zamanı geldiğinde açılıp güzelleşecek olan tomurcuğun dış kuvvetlerce dönüşümünün engellenmesi gibidir insanın içindekileri bastırma çabası.
Hissettiği her şeyi kelimelere dökebilecek kelime dağarcığına sahiptir de bizim şakıyan bülbül konu aşk olunca süt dökmüş ama kuyruğu dik tutan kediye döner.
Sütü döken mahçup kedi kıvranır durur.
Kendi etrafında döndüğü yetmez etrafındakileri de attığı voltalarla bir hayli sıkar.
Sıkmasına sıkar da dile gelmeme konusundaki inatçılığını kenara bırakıvermez.
İşte özel günler dediklerimiz tam bu noktada içimizde büyüttüğümüz ,duygularımıza ket vuran, her şeyi(kimisi buna erkeklik der kimisi gurur) alır biraz dolaşmaya çıkarır.
Çoğumuz böylesi her özel günde 'hay Allah yine dolaşmaya çıktılar yapacak bir şey yok artık' cümlesinin ete kemiğe bürünen haliymiş gibi davransak da içimizden 'oh be' deyişimizi kimse duymaz.
Kimsenin duymayışı içimize su serper.
Sonra başlarız bülbül gibi şakımaya.
İçimizde açan çiçeklerin renklerini, gökkuşağını,hiç batmayan güneşi anlatırız uzuun uzun.
Her detayda karşımızda daha da çok gülen gözleri gördükçe iyiden iyiye gaza geliriz.
Anlattıkça anlatırız.
Susmak nedir unuturuz.
Önümüzde yalnızca yirmi dört saat vardır.Kısa programda çalıştırırız duyguları hissettirme gücümüzü.
O yüzden özeldir özel günler.
Tatları damakta kaldığı için.
İçimizdekini en hissettiğimiz en çok hissettirebildiğimiz günler olduğu için.
Aslında en değerli hediyeyi karşısındakine değil de kendine verir insan.
Çünkü çoğu zaman olmadığı kadar şeffaftır duyguları kendine karşı.
Umarım duygularınızın üstüne bastırdığınız o güç ile bu özel gün el ele tutuşup parka diye çıkarlar ve bir daha asla geri dönmezler.
Sevin.
Sevilmekten daha güzel olduğunu hissedene dek sevin.
Nazan Bekiroğlu'nun Nar Ağacı romanında kurduğu 'Allah'ım ne zaman istersen al canımı ama bugün değil.Bu duygu kalbimdeyken yazık olur'u içinizden geçirdiğiniz kıpkırmızı bir gün olsun.

Not:Bugün kırmızıya boyanamamış, içinde kelebekler uçuramamış hayatlara her dinleyişimde içimde hissettiğim bu şarkıyı armağan ediyorum. Keyifli dinlemeler

12 Şubat 2015 Perşembe

Hayatımın rolü !

Teknolojinin hayatımızı ele geçirmesi hakkında yazabileceğim fikrini bir tanıdık değil bir bildik vermişti yakın bir geçmişte.
Bildik,hani şu bildiğimiz ama çok da tanımadıklarımızdan.
Fikri çok sevdim ama kendi içimde yoğuramadığım için kelimelere bir türlü dökememiştim zamanında.
Bende koymuştum bir kenara günün birinde kullanırım belki diye tıpkı giyerim bir gün diyerek alıp giymeden eskittiğim giysilerim gibi.
Bu güzelim fikir de tam eskimeye yüz tutmuştu ki onu hayata döndüren az önce karşılaştığım bir değil birkaç fotoğraf oldu.
Olur ya o an bir ampul yanıverdi başımın üstünde ya da aklımın içinde.
Teknoloji, hayatımızı tam olarak ele geçirmedi de ikiye böldü galiba.
Her birimiz zamanı geldiğinde kopmayı bekleyen, dalında bir elmaydık ki teknoloji hayatımızı dalından koparmadan ikiye ayırıverdi.
Kopup yere düşen bir yarımız zamanla karardı, çürümeye yüz tuttu.
Giderek bir yanımızın daha çok daha da çok çürüdüğünü her gün fotoğraflarda daha çok daha da çok gösterilen dişlerden, 'mutluluktan ölüyorum' pozlarından anlıyorum.
Benim bir ömre sığdırmayı düşünemediğim mutluluğu bir fotoğraf karesine sığdırıvermesiyle kendini ele veriyor.
Biraz üzerine düşünce durumun ciddiyeti beni hüzünlere gark ediyor.
Her geçen gün ana haber bültenlerinde, gazetelerde intihar haberleriyle sarsılma olasılığımız böylesine hızını alamamış giderken aynı insanların yüzündeki mutluluğun günden güne artması samimi gelmediği için vermek istedikleri 'mutluyum' mesajını ısrarla telesekretere düşürüyorum ve dinlemeden siliyorum.
Çünkü bana kalırsa depresyonun farklı versiyonları pek çoğumuzun hayatında sıkça gezinir vaziyette.
Amansız bir hastalık gibi.
Ve hastalığını herkesten saklamaya çalışan herkes gibi içinden mutluluk taşırılmış fotoğraflarımızı sapasağlam oluşumuzun belgesi olarak gururla sunuyoruz.
Kendimizi inandıramadığımız 'yıkılmadım' ayaklarını başkalarına yutturmaya çalışıyoruz.
Biriyle değil kendimizle olan derdimizden daha çok.
Harika bir hayatımız olduğu sanısı hayatımızı harika yapacakmış hissi veriyor belki de...
'Her zaman yanındayım'ı duyabileceğimiz insan sayısıyla ters orantılı olarak fotoğraflardaki insan sayısı artıyor.Artması bize değil de yalnızlığımıza iyi geliyor belki de...
Belki de böyle bir umuttu yine yaşatan insanı...
Kim bilir...
Hayat tek perdelik bir oyun gibi.
Her birimiz kendi hayatımızın senaristi,yönetmeni hatta başrolüyüz ve en güzel performansımızı salon boşken değil seyirci varken sergiliyoruz.
Önemli olan kendimize duyduğumuz saygımız değil saygınlığımız çünkü.
Ya da bize öyle geliyor.
Hayatta 'alkışlanmak' gururumuzu okşadığı için biz olmaktan, çoğu zaman biz olarak yaşamaktan vazgeçiyoruz.
'El alem ne der' kalıbı nereden geliyor sanıyorsunuz?İçimizde böyle günler için saklı kalmış, hayatımıza son şeklini veren gerçek bir sorudur kendisi.
İnsan başkalarına mâl ettiği hayata gözü gibi bakıyor anlayacağınız.
Yarın kendiniz için kendiniz olarak yaşadığınız güzel bir gün olsun.

10 Şubat 2015 Salı

Merkezdeki ben ve sen

Yol yorgunluğunun üzerine bir de hava değişikliğinden şifayı kaptığım bir günün sonunda erkenden kendimi uykunun kollarına bıraktım.
Saat gecenin (ya da sabahın) üçü, dördü gibi öncesinde rüyamda çaldığını sandığım kornanın gerçekte çaldığının ayırdına varıp gözlerimi araladım.
Dışarıda bir şeyler oluyordu.
Bir hışımla yataktan kalkıp pencereye koştum.
Işığı açmadan araladım perdeyi.
Görüş alanımda bir kıpırtı yoktu.
Ama aralıksız olarak çalmaya devam eden korna benim gibi pek çok kişinin ayaklanmasına sebep olmuştu.
Hatta perdelerini aralamakla kalmayıp bir süre sonra sokağa dökülen insanlar, sesin geldiği tarafa doğru yol aldılar.
Göremesem de duyulan seslerden neler olduğunu anlayabiliyordum.
En deli çağlarını yaşarken bir de aşka düşmüş gencecik bir üniversitelinin sesini duyuruşuydu arabadan gelen bu ses.
Belki içindeki yangının belki de söylemek isteyip de içinde kalanların sesi...
Tabii ki sarhoştu ve tabii ki pişmandı.
Bir süre insanlara rağmen çalmaya devam etti sonrasında çarenin bu olmadığını fark ettiği için elini kaldırdı kornadan.
Umutsuzlukla arabadan indiğini kapının açılış sesinden anladım.
İnsanlar söylene söylene evlerine dönerken bir adam inatla söylenmeye devam ediyordu.
Sokak giderek sessizleşti ve on beş dakika önce kornayla çınlayan bu sokak bu defa adamın haykırışlarıyla inliyordu.
'Gecenin bu saatinde uykumu böldünüz.Zorunda mıyım bunu çekmeye' cümlesini defalarca savururken sonuna soru işareti koymadığı çok belliydi.
Sonunda soru işareti olmayan bir cümle de ben sarf etmek istedim.
'Peki şimdi ben seni dinlemek zorunda mıyım!'
Karşı evdeki kadın iç sesim oldu ve penceresini açıp 'sus artık!' diye bağırdı.
Sesinin kaç desibelde çıktığının farkında olmadan bağırdı.
O an fark ettim ki insanoğlu hep böyle.
Kendine göre yanlış olanı düzeltmek adına üst üste yanlışlar yapıyor.
Yanlış yanlışı doğuruyor.
Sokağı çınlatan o sesin kendisine ait olduğunun farkında olmadan bağırıyorlardı.
Rahatsızlığını dile getirirken rahatsızlık verişine aldırmıyordu.
Kornayı çalan o genç bencil, onu azarlarken uykusunun bölünüşüne isyan eden adam ondan bencil,pencereyi açıp susmasını söylerken hepsinin sesini bastırmak için en çok bağıransa en bencildi.
O an hayat bencillikler silsilesi gibi önüme dizilivermişti.
O ana kadar başkalarına zarar vermediği sürece en sağlıklı olduğunu düşündüğüm yaşam formunun(bencilliğin) başkalarına ne denli zarar verdiğini gördüm.
Bulmamayı umarak dönüp hayatıma baktım ve kendimi başrol yaptığım pek çok örnekle burun buruna geldim
Daha çok üzüldüm.
John Locke ve Ayn Rand'ın sosyal gelişimin kökü olarak gösterdikleri bencilliğin, insan doğasından değil çevresel faktörlerden kaynaklandığını fark ettim.
Mevlana'nın dediği gibi bencillik gerçekten de göze takılmış bir ayna gibi.İnsan nereye bakarsa baksın yine kendini görüyor.
Dönüp dolaşıp ben merkezli hayatlara geldim.
Sonuç olarak yine yeni ve yeniden insanlardaki empati eksikliğine ulaştım.
Uykum kaçtı.
Açtım bir müzik ve bu yazıyı yazdım...

7 Şubat 2015 Cumartesi

Cetvelinize kaç kişi sığıyor?

07.02.2015 - 02.38
Ayrılığın sadece içimi değil burnumun direğini de sızlattığı ne buruk bir gece...
Ayrılığın hiçbir türlüsünü oldum olası sevememişimdir zaten.
Belki bağlanmaya olan aşırı bağlılığımdan belki de alışkanlıklarımdan kolay kolay vazgeçemeyişimden kim bilir.
Bana daha çok dallanıp budaklanmış hayatların verdiği huzurdanmış gibi geliyor.
İnsanın kendini güvende hissettiği yere demir atması hayatın en yaşanılası duygularından değil midir?
O uçsuz bucaksız denizin dibini görmek gibidir güven.
Göz kararı yaptığın un,süt,şeker karışımının ne kadar olacağını bilmeden tatlı olacağından emin olmak gibidir.
İki kere ikinin asla beş yapmayacağını iddia ederken ki tereddütsüzlük gibidir güveni içinde hissetmek.
Bunun güzelliğini ve vazgeçilmezliğini dolu dolu yirmi iki yıl yaşamış biri olarak söyleyebilirim ki hayatıma takılı en büyük demirimi babamın güvenli kollarına annemin şefkat dolu kucağına attım.
Bu denli büyük tek demire sahiptim ve beni seçim yapmak zorunda bırakmadıkları için her gün sabaha iyi kilerle uyandım.
Her uyandığım sabahta hayata dair öğrendiklerim listesine bir yenisini daha ekledim.
Bir sabah uyandığımda anne ve babamın aynı çatı altında yaşamaya başladıkları gün kendilerini birbirlerine diktiklerini ve zor günlerde birbirlerine olan yakınlıklarını ayarlayan dikişlerin en sıkı hale geldiğini gördüm.
Bir sabah uyandığımda dört kişilik bir ailede omletin dörtte üçü eşit olarak anneleri tarafından paylaştırılmış çocuklardan birisiydim ve hayatta bencil olmamayı öğrendiğimi fark ettim.
Bir sabah uyandığımda annesi tarafından her gün sevildiğini duymanın yanı sıra bunu iliklerine kadar hissetmiş ve 'seni seviyorum'un ayıp bir cümle olmadığını öğrenmiş bir çocuktum.
O günden sonra sevdiğim tüm insanlara sevgimin kıvırcık turuncu saçlarından,kocaman kahve gözlerinden daha sık bahseder oldum.
Zamanla kolundaki yara izine hatta utandığında saçlarıyla oynadığı ayrıntısına kadar anlattığımı fark ettim.
Ve biliyor musunuz o günden sonra bizim ufaklık sanki daha hızlı büyüyüverdi,serpildi,ne olduğunu anlayamadan güzelleşiverdi.Ya da bana öyle geldi...
O, büyüdükçe güven cetvelimi kısa tutar olmuştum.
Güven cetveli...
Güvene camdan bir cetvel dersek ve cetvelin başına sıfır sonuna ben yazarsak hayatımızdaki tüm insanların öze yakınlığını bulmuş oluruz.
Kimisinin cetveli sonsuzluğa giderken kimi cetveli kısa tutma taraftarıdır.
Uyandığım sabahların birinde anne ve baba güvenini emmiş karakterlerin cetvellerinin daha kısa olduğunu,daha çabuk güvenebildiklerini gördüm.
Cetveli kısa tuttuğum bir günün akşamında camın ellerimin arasında parçalanmasıyla canım yandı.
İşte o gün cetvelimi baştan yaparken daha uzun tutmaya karar verdim...

5 Şubat 2015 Perşembe

Yerinde olsam 'ben' olmazdım

Etraftakilerin 'yerinde olsam'la başlayan cümlelerine maruz kalan o mavili kız yerinde olsam arkama bakmadan kaçardım.
Mavili kız hani şu iri ama çekik gözlerinin içine 'nasıl bu kadar çaresizlik sığdırabilmiş ki?' dedirten.
Kaçardım.Çünkü hiçbiri asla yerimde olmayacak.
Dahası her biri bunun bilincinde olmanın verdiği kolaylık küçültecini gözlerine takıverecek.
O küçülteç gözdeyken yerimde olmak ne kadar da kolay olacak kim bilir.
Nasihat vermeye geldiğinde bol kepçe dağıttığımız 'yerinde olsam'ları empati yapmada kullanmış olsaydık bugün en azından günlük hayatta dilimize bu denli pelesenk haline getirmemeyi öğrenmiş olurduk belki de.
Bir de tüm bunların yanında dün yerinde olsam deyip beni çarelerle buluşturmaya çalışan insan bugün öfkeyle delip geçebilecek bakışlara en çok yakışan cümleyi söylerken iki kere düşünmüyor.
'Ben sen değilim.'
Sonrasında kapılar çarpılıyor.O cümle o odanın içinde üç kez beynimde beş kez yankılanıyor.
'Sen ben değilsin evet.Benim yerimde de değilsin,olamazsın da.'demek isterdim nasihat saatim geldiğinde.
Ama yuttuklarım arasına çok geçmeden o da karışıverdi yine.
İnsanlardaki bu çok yönlülüğe bazen kanım kaynasa da çoğu zaman ısınamıyorum.
İnsan karşısındakinin tepkilerine göre şekil alan esnek yapıda bir canlı.
Nereye çekersen oraya geliyoruz.
Üstüne bastırılan şekli alıveren o rengarenk çocuk hamurları gibi.
Üstüme hangi şekli bastırırlarsa öylece kalıyorum ve buna engel olabilecek bir mekanizma geliştiremiyorum.
Bu sebeple kesinlikle tam olarak bağımsız ve özgür iradenin varlığına inanmıyorum.
Karşınızda birinin aynı cümleyi iki farklı ses tonuyla söylemesi bile sizi ne denli farklı tepkilerin,kararların eşiğine getiriyor bir düşünsenize.
Bu yüzden hayatın her anında (kimseyle olmadığı anlarda kendiyle) diyalogta olan insanın özgür sandığı iradesi karşısındaki insanın koluna giriveriyor.
Ne ekersen onu biçersindeki ekip biçilen gibi.
Ya da kendisiyle yatanı şaşı kaldıran kör gibi.
Kalıba bastığın hayatın kalıbın şeklini alıyor.Yani ne basarsan onu çıkarırsın bu hayatta.
Anlayacağınız 'beni ben yapan yaşadıklarım' dediğiniz an yanılgılar silsilesine bir zincir daha atıvermiş oluyorsunuz.
Bizi bu güne kadar biz yapan da biz yapacak olan da yaşadıklarımızdan çok yaşatanlardır.
Kabul etmem uzun zamanımı almış olsa da karşımdakinin jest ve mimiklerinin hayatıma bu şekilde yön verdiğini anladığım an birilerinin hayatına yanlış yön verme endişesi kapladı içimi.
Ağzımdan çıkanı kulağım duyar söylemeden önce düşünür oldum.
Bu süreç sancılı olduğu kadar aydınlatıcıydı da.
İşte tüm bunlar yüzünden 'saat dokuz olmuş' ve 'saat daha dokuzmuş' arasındaki o incecik mutluluğu en çok ev arkadaşımın 'saat dokuz' derken ki yüz ifadesinde yaşamayı seviyorum.
Manalı olmanın yakınından geçmeyen,yüzünden gözünden samimiyet akan gülüşleri kolunuza taktığınız,hamurdan iç açıcı şekiller çıkardığınız güzel bir gün olsun.

1 Şubat 2015 Pazar

Sarılmak 'sarmak'tan gelir

Bugünlerde fark ediyorum.
Duygu dediğimiz şey insanın vücuduna sonradan enjekte edilen bir sıvı gibi.
Ya da sonradan nakli yapılan,hastane filmlerinde kendini göstermezken her zerremde 'ben buradayım' diye bağıran küçücük ama tüm bedenimi etkisi altına almayı başarabilen mucizevi bir organ gibi.
Bu organ nakli doğumla birlikte, istisnasız her bireyde gerçekleştirilen bir işlem.
Gerçekleştirilen dediğime bakmayın gerçekleştirilmek üzere tüm bireyler işlem odasına alınırken işlemi kabul eden bünyeler kadar kabul etmeyenlere de rastlanıyor.
Yani anlayacağınız doğuştan insanın doğasından gelen bir durum değildir ana merkezdeki kontrol koltuğuna duyguların yerleştirilmesi.
İşte tam da o andan itibaren duyguları olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayrılıyor insanoğlu.
'Mantığıyla hareket edenler'diyerek içimize sindirdiğimiz bu kabul etmeyen kesim bir ömür boyu hayattan zevk alma eşiğinden uzakta yaşıyorlar.
Yeri geldiğinde mantığıyla duygularını ayırmasını bilenler değil böylesi bir ayrıma gerek duymadan istisnasız başından geçen her olaya içsel olarak rasyonel yaklaşan insanlardır bunlar.
Duygunun yanında promosyon olarak bahşedilen empatiden de haliyle nasibini alamamışlardır.
Empatinin peşinde sürükleyerek getirdiği kelimelere sözlüklerinde yer vermeye gerek duymamışlardır.
'Lütfen' gibi mesela.
Soru cümlelerinin sonuna gelen 'mısın?'lara ihtiyaç duymadıkları gibi 'özür dilerim'in varlığını unutmuşlardır tıpkı 'ağızdan çıkmadan önce düşünme'yi anlatan tüm sözcükleri unuttukları gibi.
Ağızdan çıkmadan öncesini geçtim sonrasında 'ben ne yaptım!' bile diyemeyecek kadar serttirler.
Duvarları kalın kalındır.
Tüm duvarlarını beyin süzgecinden geçirdikleri tuğlalarla örüp 'benim doğrularım' adını verdikleri alçıyla sıvamışlardır.
Bırakın yıkmayı 'delikten bakıvereyim'lik ufacık bir boşluk bile bulamazsınız.
Hep yarısı boş bardaklar vardır onlar için.
Susuzluğunu yarım bardakla gidermeyi denemezler de 'bu bana yetmez!' deyip olanı da sağa sola savururlar.
Sonra içlerinde kalanı bastıracak su bulamadıklarından öfkelerini kusarlar yeterince uzakta olmayanlara.
              * * *
Geçen gece iki arkadaşımla yemeğe çıktık.
İkisini de bu konuda birbirlerinden farklı olmalarına bakmaksızın çok seviyorum.
Ama çok sevmem birinin mantığıyla hareket ederken diğerinin duyguları tarafından yönlendirildiği gerçeğini görmezden gelmeme sebep olamıyor.
Rasyonel olanı diğerine,yine susuz kaldığı bir anda,tüm öfkesini kusuveriyor sebepsiz yere.
Diğerinin dişlerini sıktığını, bir ayağını sandalyesine hafif hafif üst üste birkaç kez vurmasıyla biraz biraz sarsılan sandalyemden, anlıyorum.
Dişlerimi sıkıyorum.
Gözlerim doluyor.
'Lavaboya gideceğim'diyerek ayrılıyor yanımızdan.
Peşinden gidiyorum.
Kapısında beklerken dışarıya ses duyulmasın diye hıçkırıklarını tuttuğunu tahmin edebiliyorum.
Bir süre geçiyor ve kapı aralanıyor.
Hiçbir şey demeden boynuna dolanıveriyorum.
'Ağlama,sen ağladığında içim ağlıyor'derken başlıyorum ağlamaya.
'Ağlama,içim ağlıyor' diyor.
Daha çok ağlıyoruz.
Rahatlıyoruz.
Birbirimizin gözyaşlarını siliyoruz.
Sarılmamla birlikte sıktığı dişlerinin aralandığını fark ediyorum.
Sarılmak,farklı iç seslerden ortak bir koro yapmak gibidir.
Günün birinde birinin gözyaşlarının içinize döküldüğünü fark ederseniz sessizce sarılın sadece.
Sarılmak sağanak yağışlı geçen baharın ardından açan güneş gibidir.
Güzeldir.
Sıcacıktır.