Yağmurun göğü delip,İstanbul'u yavaşça kışın kollarına bıraktığı bir cumartesi gününde toprak kokusunu duyabileyim diye attım kendimi dışarıya.
Yağmur damlalarının şemsiyemin üzerine düştüğü anki sesi duyabilmek için ilk otobüse binmeyip ikinciyi bekledim.
Bindiğim otobüste biraz ayakta gittikten sonra en arkada boşalan yerlerden birine istemeye istemeye oturdum.
İstemememin sebebi ise karşılıklı olarak konmuş koltukların boş oluşuydu.
Tanımadığım insanlarla bir yerde, birazdan kahvemiz gelecekmiş edasıyla, oturmaktan ben de en az herkes kadar hazzetmiyorum elbette.
İlerledikçe dolup boşalan sonra tekrar dolup tekrar boşalan otobüse yirmili yaşlarının sonu otuzlarının başı görünümlü,kirli sakallı bir adam bindi ve tam karşıma oturdu.
O ana kadar önüme bakarak geçirdiğim yolu pencereye vuran damlaları seyrederek geçirmeye başladım.
Ardından bir ses duyuldu ve herkes aynı anda aynı yöne dönüverdi.
Otobüsün ön kısmında oturan bir çift,seslerinin desibelini ayarlayamadıkları anlar yaşıyorlardı.
Olur öyle şeyler deyip kulaklığımı taktım.
Damlaların tek tek sönüşü ilgimi çekmeye devam ediyordu.
Bir süre sonra karşımda oturan adamın ısrarla dönüp dönüp onlara bakmaya devam ettiğini fark ettim.
Gözlerimi devirdim ama öylesine meşguldü ki beni görmedi bile.
Tam bu sırada otobüse yaşları hemen hemen benimle aynı olan bir çift daha bindi ve biri yanıma diğeri de karşıda boş kalan son koltuğa oturdu.
Ve dördümüz başladık kahvelerimizi beklemeye.
Sonrasında kulaklığım takılı olmasına rağmen yalnızca son gelen çifti duyabildiğimi ama bilmediğim bir dilde konuştuklarını fark ettim.
Daha önce bilmediğim hiçbir dilin bu kadar anlamlı olmadığına çoktan karar vermiştim.
Belki de bağıra bağıra konuşuyorlardı yine de kimse onları duymuyordu.
Hayatımda hiç bu kadar 'ağzından çıkanı kulağı duyan' bir insan görmemiştim.
Bir anlık sinirle her şeyi mahvetme ihtimali benimkinden çok daha azdı,ne kadar da şanslıydı.
Beden dilinin gerçekten her şeyi anlatabildiğine,yanağına uzanmış sıcacık bir elin böylesine anlamlı olabildiğine ilk kez tanık oluyordum.
Tam karşımda oturan adamsa öne doğru başını çevirmekten boynu ağrımış olacak ki parmaklarıyla bir iki kez ensesini sıktı.Ve izlenecek yeni bir şey bulmanın heyecanıyla yandakilerin ellerine bakıyor,anlamaya çalışıyordu.
Bir süre sonra gözü alışır,vazgeçer dedim ama vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yoktu.
Gittikçe rahatsız edici bir hal alıyordu durum.
Göz ucuyla yandakilere bakıp nabız ölçtüğüm her saniye üzgün daha çok kırgın rüzgarlar esiyordu yüzüme yüzüme.
Daha fazla dayanamayıp adamın ilgisini çekebilmek için çantamı yere attım,düşmüş gibi yaptım.
Öksürüyormuş gibi yaptım.
Ayağımı yere 'yeter be' diyormuş gibi vurdum.

Dikkatini en fazla beş saniye çekmeyi başarıyordum her seferinde.
Sonra ne mi oldu?
Aklıma daha iyi bir fikir geldi ve çok yakın bir arkadaşımı,kısa bir mesaj attıktan sonra,aradım.
Sanki sevgilimmiş gibi telefonda kavga ettim onunla.
'Neredesin sen!' diye başlayan konuşmamın arasında geçirdiğim 'başkalarının eksikleriyle uğraşmaktan kendine bakmayı denemiyorsun bile' cümlesini tam karşıma bakarak söyledim.
Ve başarmıştım.
Artık tüm ilgi benim üzerimdeydi, yan taraftakileri çoktan unutmuştu.
Tekrar göz ucuyla yan tarafıma bakıp her şeyin az öncekinden daha normal olduğunu fark edince kapatmadım telefonu yolun sonuna dek ona istediği malzemeyi verdim.
Gözlerinin içine bakıp telefona söylediklerimi üzerine alınmış gibi durmuyordu.
Yine de içimi dökmüş,dişlerimi sıkmaktan kurtulmuştum.
'Bu bakışlara onları maruz bıraktığın her dakika ÖZÜRsüzdün ve bundan gocunmak yerine her seferinde bakıp bakıp şükretmeyi seçtin.Acımasızsın insanoğlu' diye geçirdim içimden.
Otobüsten indiğimde midem bulanıyordu.
Biraz deniz havası iyi geldi...