20 Eylül 2015 Pazar

Zaten her eylül yağmur yağar.

Geçen bir sene boyunca ağladım, güldüm, konuştum, dayanamadım, sustum, saçtım, savurdum, yakaladım,sevdim,sevildim,inandım,güvendim,düştüm,kaldırıldım,yaktım,yandım,coştum,kalktım,dibine darı da ektim üstün körü de geçtim,mükemmeli isteyip yığınla hata yaptım,dans ettim,şarkılar söyledim,havalara da uçtum dibe de vurdum,yetmedi ağladım da.
'Ağladım'ı söylemiştim,biliyorum.
Sonuç ne mi oldu?
Yine aynı tarihte yine aynı yerde oturup insanları izlerken buldum kendimi.
Sanki geçen bir yıl hiç yaşanmamış gibiydi.
Hayat beni geçen sene tam da bu zamanlarda o pervazdan geri bırakmak üzere alıp koltuğuna oturtmuştu.
Geçtiğim duraklarda bıraktığım insanları gördüm.
Her durakta oturan bir başka İpek vardı.
Bıraktığım gibi değildi.
Eskisi kadar gelmiyordu artık hiçbir şey.
Ne iyisi ne kötüsü.
Bir durakta daha indim nisanın güzel bir gününde.
Bir İpek'i daha orada bırakıp geri döndüm otobüsüme.
Ondan ayrılırken uçmak için kimsenin kanatlarına ihtiyacı olmadığını söyledim.
Ve şimdilerde hayatın sürprizlerle dolu otobüsünden inme vaktim bir kez daha geldi işte..
Aldığı gibi bıraktı beni, tıpkı söz verdiği gibi.
Sözünü tutmasın istediğim bir anda inatla sözünün arkasında durmaya çalışan bir hayata daha fazla direnemiyor insan.
Böyle olacağı belliydi.
Sonuçta her eylül yağmur yağar.
Her eylül iç çekilir.
Her eylül hırka kolları çekiştirilir.
Hırkalarımla birlikte geçen kış naftalinleyip kaldırdığım her şeyi bir bir indirdim raflardan.
'Benim buyum da varmış' demedim hiç.
Neyi üzerimden çıkarıp rafa kaldırdığımı da şimdilerde ne zaman ne giymem gerektiğini de unutmamışım.
Kutuplardan basık bir dünyanın köşeleri olmayan bir hayatına iliştirildikten 22 sonra anlıyorum ki her son bir başlangıç değilmiş.
Her başlangıç da bir son değilmiş.
Her anım hem başlangıcım hem sonummuş...

14 Eylül 2015 Pazartesi

Sen hiç sessizce çığlık atabildin mi?

Yağmurun göğü delip,İstanbul'u yavaşça kışın kollarına bıraktığı bir cumartesi gününde toprak kokusunu duyabileyim diye attım kendimi dışarıya.
Yağmur damlalarının şemsiyemin üzerine düştüğü anki sesi duyabilmek için ilk otobüse binmeyip ikinciyi bekledim.
Bindiğim otobüste biraz ayakta gittikten sonra en arkada boşalan yerlerden birine istemeye istemeye oturdum.
İstemememin sebebi ise karşılıklı olarak konmuş koltukların boş oluşuydu.
Tanımadığım insanlarla bir yerde, birazdan kahvemiz gelecekmiş edasıyla, oturmaktan ben de en az herkes kadar hazzetmiyorum elbette.
İlerledikçe dolup boşalan sonra tekrar dolup tekrar boşalan otobüse yirmili yaşlarının sonu otuzlarının başı görünümlü,kirli sakallı bir adam bindi ve tam karşıma oturdu.
O ana kadar önüme bakarak geçirdiğim yolu pencereye vuran damlaları seyrederek geçirmeye başladım.
Ardından bir ses duyuldu ve herkes aynı anda aynı yöne dönüverdi.
Otobüsün ön kısmında oturan bir çift,seslerinin desibelini ayarlayamadıkları anlar yaşıyorlardı.
Olur öyle şeyler deyip kulaklığımı taktım.
Damlaların tek tek sönüşü ilgimi çekmeye devam ediyordu.
Bir süre sonra karşımda oturan adamın ısrarla dönüp dönüp onlara bakmaya devam ettiğini fark ettim.
Gözlerimi devirdim ama öylesine meşguldü ki beni görmedi bile.
Tam bu sırada otobüse yaşları hemen hemen benimle aynı olan bir çift daha bindi ve biri yanıma diğeri de karşıda boş kalan son koltuğa oturdu.
Ve dördümüz başladık kahvelerimizi beklemeye.
Sonrasında kulaklığım takılı olmasına rağmen yalnızca son gelen çifti duyabildiğimi ama bilmediğim bir dilde konuştuklarını fark ettim.
Daha önce bilmediğim hiçbir dilin bu kadar anlamlı olmadığına çoktan karar vermiştim.
Belki de bağıra bağıra konuşuyorlardı yine de kimse onları duymuyordu.
Hayatımda hiç bu kadar 'ağzından çıkanı kulağı duyan' bir insan görmemiştim.
Bir anlık sinirle her şeyi mahvetme ihtimali benimkinden çok daha azdı,ne kadar da şanslıydı.
Beden dilinin gerçekten her şeyi anlatabildiğine,yanağına uzanmış sıcacık bir elin böylesine anlamlı olabildiğine ilk kez tanık oluyordum.
Tam karşımda oturan adamsa öne doğru başını çevirmekten boynu ağrımış olacak ki parmaklarıyla bir iki kez ensesini sıktı.Ve izlenecek yeni bir şey bulmanın heyecanıyla yandakilerin ellerine bakıyor,anlamaya çalışıyordu.
Bir süre sonra gözü alışır,vazgeçer dedim ama vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yoktu.
Gittikçe rahatsız edici bir hal alıyordu durum.
Göz ucuyla yandakilere bakıp nabız ölçtüğüm her saniye üzgün daha çok kırgın rüzgarlar esiyordu yüzüme yüzüme.
Daha fazla dayanamayıp adamın ilgisini çekebilmek için çantamı yere attım,düşmüş gibi yaptım.
Öksürüyormuş gibi yaptım.
Ayağımı yere 'yeter be' diyormuş gibi vurdum.
Dikkatini en fazla beş saniye çekmeyi başarıyordum her seferinde.
Sonra ne mi oldu?
Aklıma daha iyi bir fikir geldi ve çok yakın bir arkadaşımı,kısa bir mesaj attıktan sonra,aradım.
Sanki sevgilimmiş gibi telefonda kavga ettim onunla.
'Neredesin sen!' diye başlayan konuşmamın arasında geçirdiğim 'başkalarının eksikleriyle uğraşmaktan kendine bakmayı denemiyorsun bile' cümlesini tam karşıma bakarak söyledim.
Ve başarmıştım.
Artık tüm ilgi benim üzerimdeydi, yan taraftakileri çoktan unutmuştu.
Tekrar göz ucuyla yan tarafıma bakıp her şeyin az öncekinden daha normal olduğunu fark edince kapatmadım telefonu yolun sonuna dek ona istediği malzemeyi verdim.
Gözlerinin içine bakıp telefona söylediklerimi üzerine alınmış gibi durmuyordu.
Yine de içimi dökmüş,dişlerimi sıkmaktan kurtulmuştum.
'Bu bakışlara onları maruz bıraktığın her dakika ÖZÜRsüzdün ve bundan gocunmak yerine her seferinde bakıp bakıp şükretmeyi seçtin.Acımasızsın insanoğlu' diye geçirdim içimden.
Otobüsten indiğimde midem bulanıyordu.
Biraz deniz havası iyi geldi...



7 Eylül 2015 Pazartesi

Bir yürek en fazla kaç yerinden dağlanabilir?

Gece 01.00 oluyor 02.00 oluyor.
Işıklar sönüyor tek tek.
Bir evin ışıkları hiç sönmüyor.
O evde çalan her telefonla ağza geliyor yürekler.
Zaman duruyor.
Fotoğraflar kalıyor.
Hayatını önüne alıp götürüyor birileri.
Yalnızca arkasından bakabiliyor hayatının.
Bundan sonra hayatına kaldığı yerden devam edebilmeyi umuyor yalnızca.
'Bir gün' ile başlayan cümleler kuruyor.
Sonra açıyor televizyonu ve 'beş hayatım olsa beşini de veririm' diye konuşurken ayakkabıları parlayan birilerini görüyor.
Midesi bulanıyor.
Kanalı değiştiriyor.
Başka bir eve düşen yıldırımın şiddetine seyirci oluyor.
O eve gelen haber kurşunuyla kaç hayatın titreyerek can verdiğine bakıyor.
Midesi bulanıyor.
Bir yüreğin en fazla kaç yerinden dağlanabileceğini düşünüyor.
İnsanlık dedikleri bu canlının gerçekte kaç canı olduğunu düşünüyor.
Her gün başka bir haberle ölümünü ilan ettiklerine göre insanlık için ölümün hayal olduğuna uyanıyor.
Ölüm olsaydı sonunda belki onu yaralarken tokatları bu kadar bol savurmazdık,kıyamazdık diye düşünüyor.
'...dık' diyor.
Suçlayamıyor.
'Birilerine mecbur olmak' takıveriyor eline kelepçeyi.
Ve mecburiyet zorla konuşturmaya başlıyor onu.
Sol yanındakilerin üstünü beyazla örtüp 'vatan sağ olsun' diyor.
Ayakkabıları parlayan başka bir adam geliyor sonra, sırtını sıvazlıyor.
'Benim de tek isteğim vatan için canımı vermek,çok şanslısın' diyor asla af dilemeyen bir ses tonuyla.
Tam bunu derken üstlerinde beliren buluttan yağmur yağmaya başlıyor.
'Islanıyorum' diyerek uzaklaşıyor oradan.
Titreyerek uyanıyor uykusundan.
Hiçbir şeyin rüya olmadığını anlıyor...

3 Eylül 2015 Perşembe

Bırak sızsın çatlaklarından kusurların.

Bu sabaha Nil Karaibrahimgil'in Hürriyet yazısını okuyarak başladım.
Bugünkü yazısında Judith Malika Liberman'ın Masal Terapi kitabından bir masal anlatmış Nil.
Masalın sonuna geldiğimde dirseksiz kolumun ucundaki lokmayı bugünlerde yanımdakine uzatmakta çok başarılı olamadığımı fark ettim.
Sonra bu kitabı anneler gününde anneme hediye ettiğimi hatırladım.
Hemen rafları karıştırıp kitabı buldum.
Rastgele bir sayfasını açıp masalımı okumaya başladım.
Benim masalımın adı 'Sucu ve Çatlak Testi'.
Masal, geçinmek için uzak bir nehirden her gün kasabaya su taşıyan bir sucu ile başlıyor.
Bu sucunun taşırken kullandığı testilerinden biri yepyeniyken diğeri eskimiş ve artık çatlaklarından su sızdırır hale gelmiş.
Gel zaman git zaman işini layıkıyla yapamamanın verdiği burukluk testinin canına tak etmiş ve dile gelmiş.
Sucuya kendine yeni bir testi almasını,doldurduğu suyun yarısının yollarda döküldüğünü,kendi kusurları yüzünden her gün iki kat fazla çalışmak zorunda kaldığını söylemiş.
'Ah! Sen kendin hakkında böyle mi düşünüyorsun' demiş sucu.
Madem düşüncen bu sana bir şey göstereceğim demiş ardından.
Ve ertesi gün iki testiyi de doldurup her zaman yaptığı gibi birini sopanın sağına çatlak olanı da soluna takan sucu patikanın sağını işaret ederek sormuş:"Ne görüyorsun,söyle"
Testi cevaplamış:"Toz,toprak,taşlar görüyorum."
Bunu duyan sucu sol tarafı göstererek sormuş:"Peki bu tarafta ne görüyorsun?"
Testi cevaplamış:"Ah,bu tarafta çimen,yabani otlar ve çiçekler var."
"Evet" demiş sucu,"bu güzelliği her gün patikanın bir tarafına su damlatarak sen yarattın.Toprağın susuzluğunu giderdin,tohumlara can,çiçeklere hayat verdin.Her hafta karıma bu patikadan çiçek toplayıp götürüyorum.Evime renk,huzur,aşk verdin.Evet çatlak testi,su taşımak konusunda yeterli olmayabilirsin ama suyunu fark etmeden toprakla paylaşarak hayatı benim için daha yaşanılası kılıyorsun."demiş.
Masalın sonunda aslında hepimizin bir şekilde çatlak birer testi olduğunu ve mükemmelliğin ulaşılması mümkün olmayan bir hedef olduğunu fark ettim.
İnsanın 'kusur'dediği çatlakları aslında onu biricik yapan şeyler değil mi?
Mükemmeli isteyip çatlakları örtbas etmeye çalışmak belki de dünyanın en yorucu işi.
Çok yoruldum oradan biliyorum.
Hem ne diyor Leonard Cohen Anthem şarkısında:"Bir çatlak var her şeyde,ışık işte böyle girer içeriye."

Leonard Cohen-Anthem
Nil Karaibrahimgil