27 Nisan 2015 Pazartesi

Keşke

"Hayat, bizi nefessiz bıraktığı anların çokluğuyla ölçülür."
Tesadüfen karşıma çıkan, doğruluğunu zaman içinde daha iyi anladığım o güzel cümle...
Sanırım zamanla daha iyi anlayışım zamanla nefessiz kalışlarımın artmasındandı.
Olur ya işte yaşamadan bilemezsin.
Yaşadıkça kelimelerim bir araya geldi ve anlamlı cümleler oluşturdu.
Her uyandığım sabahta hayatın içinde devirdiğim o cümleler öznelerini başa koymayı, yüklemleri sona atmayı öğrendiler.
Her tanışılan gerçekle kurallı cümlelerim birbirini tamamladı ve giderek kalınlaşan,tatlı bir hayatı anlatıyor olması umuduyla aralanan,İpek ile başlayıp İpek ile bitecek olan bir kitap haline geldi.
Diğerlerinden farkı;içinde bir tutam benden değil içimden bir tutam barındırıyor olmasıydı.
Aslında yalnızca bana özgü bir şey değil bu.
Sonsuzluğa uzanan bir rafa sıra sıra dizilmiş,açılıp okunmayı bekleyen,cümlelerinin altı çizilsin isteyen, inceli kalınlı,baştan yazılması mümkün olmayan milyonlarca kitabız.
Her cümlemiz kendine özgüydü ve üstü karalanmadan değişiklik yapılamıyordu.
Özenle seçilmiş kelimelerin arasında dağınık duruşundan mıdır yoksa göze görünüşünden midir bilmem üstü karalanmış cümlelerin olduğu sayfaları sevememişimdir bir türlü.
Ama dönüp şöyle bir baktığımda ayraçları da genelde o sayfalara yerleştirmişimdir.
Karalanmış kelimelerle doğru orantılı olarak artar ayraçların kalınlığı.
Ayraç koymadığım bir günün sonuna doğru gelirken birilerinin hayatına nereden bakılırsa bakılsın kendini belli edecek kalınlıkta ayraçlar yerleştiğini gördükçe içim burkuldu.
İlerleyen sayfalardan birinde bu denli kalın bir ayracı yerleştirme endişesi sardı dört bir yanımı.
Ayracın adı 'ölüm'.
'En kalın' sıfatını başına almasının sebebi ise çekirdekteki insanların hayatımızdan kayıp gidiyor oluşu.
Gidenin yeri ne denli doldurulamıyorsa o kadar buruluyor renkleri ayracın.
İçinden çıkılmaz bir hal almış olan hayatı temsilen karmakarışık desenler çiziliyor üstüne.
Durup şöyle bir karşıdan bakıldığında ayracın böldüğü iki sayfa arasında tepetaklak gelmiş bir hayat yattığını göreceğimden öyle eminim ki.
Her durup uzaktan bakışımda, her sayfayı açma fikrimle tekrar hatırlayacağım.
Bazen bir sözcük bazen başka bir hayat bazen bir şarkı getirecek aklıma ayracın kalınlığını.
Hatırlamak tekrar yaşamaktır.
Hatırladıkça tekrar yaşayacağım.
Yeniden yaşadıkça her güne yeni bir ben olarak uyanacağım belki de.
Gün geçtikçe etrafımdakilerin 'seni tanıyamıyorum!' cümlelerine maruz kalırken 'ben kimim?' diye soracağım kendime.
Belki de tamamen falcılık yapıyorum.
Belki de bunların hiçbiri olmayacak.  
Belki de ben bu yazıyı yayımlama tuşuna basacağım ve siz bu yazıyı okurken hayatta olmayacağım.
Kim bilir...
Derler ya bekleyip göreceğiz.

Tek bildiğim tüm bu görülecekler için beklenen sürede insanın kendisini cesaret ile bile isteye tanıştırması gerektiği.
Her geçen saniye, insanın hayallerine,umutlarına,duygularına veda etme riskini arttırıyor.
İşte tam da bu yüzden bile isteye alınmamış risk de gösterilmiş cesaret de istenilen kapıyı açamıyor.
Anlayacağınız hayat beklemek için de istemek için de çok kısaymış.
Hayat, bizi nefessiz bıraktığı anlarla sınıyormuş.
Yapmak isteyip bir türlü yapamadığımız her şeyde nefessiz kalışımızın sebebi buymuş...  

7 Nisan 2015 Salı

Lambası sönenlere

'Düzen' diye bir gerçek var ki koca ağzını açıp 'insanlar' adını verdiği boğazından hayatınızı geçiriveriyor.
Bazen de düzene karşı dik durmaya çalışıp 'sana yem olmayacağım' derken kendi rüzgarınla bile hafif hafif sallandığını hissediyorsun.
En azından ben öyle hissediyorum.
Yağmurlu bir akşamda hiç istifini bozmadan yanıp yanıp sönen bir sokak lambası gibi.
Her yanışımda iki adımdan sonrasını aydınlatamadığımı bilerek ısıtıyorum yanımda duranları.
Önümde duran, zamanında aldığı darbelere dayanamayıp kırılmış taşların içine biriken suları izliyorum.
Etrafına su sıçrattığını önemsemeden çukurlara girip çıkan arabaların,döndüğü belli olmayan, tekerleklerine dalıyor gözüm.
Kırmızı araba siyah beyaz geceme suyu sıçratıp giderken ardında beliren adamı fark ediyorum.
Yorgunluğunu elini direğime koyarak atmaya çalışıyor.
Sıcaklığını hissedince irkiliyorum.
İrkildiğimi fark etmiyor.
Işığımın sönmemesi için tüm yetkili mercilere yalvardığını hissedebiliyorum.
Tam o an ara ara sönebilen bir lamba değil de ara ara yanabilen bir lamba olduğumu hatırlıyorum.
Daha anlamlı hissediveriyorum.
Yalnızca yolu düşmüş bir adamın küçücük bir hareketiyle hayata olan bakışlarımı farklı yöne çevirebildiğimi anlayınca dehşete düşüyorum.
Tüm bunları düşünürken sokağın başında, havanın yağmurlu olabileceğini kestiremediğini eteğinin renklerinden ve çekiştirdiği hırka kollarından anladığım, dağınık açık renk saçları yağmurla koyulaşmış,telaşı dudaklarını kemirişinden anlaşılan o güzel kız beliriyor.
Yağmurda yalnızca attığı adımlara baktığı için sokağın karanlığına aldırmıyor.
Karanlığı umursamadığı için varlığımı fark etmiyor bile.
Çok geçmiyor köşedeki evin solundan dönerek gözden kayboluyor.
Bugünlerde fark ediyorum ki yağmurun eksik olmadığı,bazı günler güneşin tam tepeden doğduğu o kısacık sokak düşüncelerimin oluşturduğu evlerden,hayallerimden ibaret olan ağaçlardan,vazgeçtiklerimin belirginleştirdiği çukurlardan meydana geliyor.
Karasal bir iklimin ertesi gününde tropikal iklime uyanılabilen, mevsimlerin dörtten çok daha fazla olduğu bir yer burası.
Yoldan geçen o adam, hayatıma dokunup içimden geçerken benliğini benliğime katabilmiş karakterlerin tek bedende toplanmış haliyken hayatımdan geçişi bıraktığı iz kadar umrunda olmayan o kız bugünkü pişmanlıklarımı etek uçlarına takmış dünde bırakamadığım keşkelerimdi.
Bugün o alçak kaldırımlı yoldan etekleri uçuşan kızlar geçiyordu ve ben lambamın sönen tarafıydım.
Her şeye rağmen bugün de çıkmaz sokak değildim ve gelenler bir şekilde gittiler.
Çıkmaz sokakları hiç sevmem.
Bana ceplere tıkıştırılmış gereksiz kağıt parçalarını anımsatırlar.
Biriktikçe ağırlaşan kağıt parçaları...